1 Mart 2011 Salı

Fâtiha sûresi, aynı zamanda baştan başa eşsiz güzellikte bir dua, bir yakarıştır.



1. Bismillâhirrahmânirrahîm
2,3,4. Hamd, Âlemlerin Rabbi, Rahmân, Rahîm, hesap ve ceza gününün (ahiret gününün) mâliki Allah’a mahsustur.
5. (Allahım!) Yalnız sana ibadet ederiz ve yalnız senden yardım dileriz.
6,7. Bizi doğru yola, kendilerine nimet verdiklerinin yoluna ilet; gazaba uğrayanlarınkine ve sapıklarınkine değil.
Tefsir


1- Mushaf-ı şeriflerde iki türlü besmele vardır. Birisi sûre başlarında yazılan ve sûreden bağımsız olan besmele, diğeri Neml Sûresinin (Neml, 27/30) âyetindeki besmeledir. Bu besmelenin, Neml sûresinin bu âyetinin bir parçası olduğu açıkça bilinmektedir. Bundan dolayı besmelenin Kur'ân âyeti olduğunda şüphe yoktur ve bu durum, açık tevatür ile ve âlimlerin ittifakıyla kesin olarak bilinmektedir. Fakat sûre başlarında yazılan ve her sûreyi birbirinden ayıran ve kırâetin başında okunan besmeleye gelince: Bunun o sûrelerden birinden veya her birinden bir âyet veya âyetin bir kısmı veyahut başlıbaşına Kur'ân'dan tam bir parça olup olmadığı, Neml sûresindeki besmele gibi besbelli olmadığından bu besmelenin Kur'ân'dan olup olmadığı hususu, tefsirde ve usul ilminde bilimsel açıdan tartışmalı bir meseleyi meydana getirmiştir ki bilhassa iman, namaz ve kırâet konularıyla ilgilidir.
Said b. Cübeyr Zührî, Atâ ve İbnü Mübarek hazretleri besmelenin başında bulunduğu her sûreden birer âyet olduğunu söylemişlerdir ki, Kur'ân'da yüz onüç âyet eder. İmam Şâfiî hazretleri ve talebeleri bu görüş üzerindedirler. O halde Fâtiha'nın yedi âyetinden birincisi besmeledir. Ve "en'amte aleyhim" bir âyet başı değildir. Bunun için Şâfiîler namazda besmeleyi yüksek sesle okurlar. Çünkü Şâfiîler diyorlar ki; selef (ilk dönem alimleri) bu besmeleleri Mushaflarda yazmışlar, bunun yanında Kur'ân'ın âyet olmayan şeylerden tecrid etmesini tavsiye etmişlerdir. Ve hatta Fâtiha'nın sonunda "âmîn" bile yazmamışlardır. Eğer sûrelerin başındaki besmeleler Kur'ân olmasaydı onları da yazmazlardı. Kısacası Mushaf'ın iki kapağı arasında Kur'ân'dan başka birşey bulunmadığında İslâm alimlerinin ittifakı vardır. Ve bunu destekleyen özel hadisler de rivayet edilmiştir. O hadislerden birisi İbn Abbas (r.a.)'dan: "Besmeleyi terk eden Allah'ın kitabından yüz ondört âyet terketmiş olur." Ebu Hüreyre (r.a.)'den: "Resulullah efendimiz 'Fâtihatü'l-Kitab (Fâtiha sûresi) yedi âyettir, bunların başı
"Bismillahirrahmanirrahim"dir buyurdu. Ümmü Seleme (r.a.)'den: "Resulullah (s.a.v.) Fâtiha'yı okudu ve "Bismillahirrahmanirrahim elhamdülillahi rabbil âlemîn"i bir âyet saydı. O halde Fâtiha'dan bir âyet değilse, âyetin bir kısmıdır. Bundan dolayı namazda okunması farzdır ve yüksek sesle okunur. İmam Şâfiî gibi Ahmed b. Hanbel hazretlerinden de bu iki hadis arasında tereddütlü iki rivayet vardır.
Diğer taraftan İmam Mâlik hazretleri Kur'ân'ın her yerinde dahi Kur'ân'dan olduğu açıkça ve tevatür yoluyla belli olacağı, halbuki hakkında değişik görüşler bulunan bir sözün Kur'ân'dan olduğuna hükmedilemiyeceğinden dolayı ve Medine halkının geleneğine dayanarak sûre başlarındaki besmelelerin ne Fâtiha ne de diğer sûrelerden, ne de bütün Kur'ân'dan özel bir parça olmadığına ve Neml Sûresi'ndeki âyetten başkasında besmelenin Kur'ân olmayıp sûreleri birbirinden ayırmak ve teberrük (mübarek sayıldığı) için yazıldığı görüşünü ileri sürmüş ve bundan dolayı namazda ne yüksek sesle ne de gizli okunması uygun olmaz demiştir. Bunun için Mâlikîler namazda besmeleyi okumazlar.
Hanefîlere gelince, bu mezhebin en sıhhatli görüşü şudur: Sûrelerin başındaki besmele başlı başına bir âyet olarak Kur'ân'dandır. Ve sûrelerin hiç birinin bir parçası olmayarak sûreleri birbirinden ayırmak ve sûre başında teberrük olunması için inmiştir. Gerçekten yukarıda zikredilen karşıt iki değişik görüş ve delil içinde ortaya çıkan kat'î olarak bilinen nokta budur. Madem ki, yukarıda açıklanan şartlar gereğince mushafın her iki kabı arasında Kur'ân'dan başka birşey yazılmadığına dair ittifak vardır; o halde sûre başlarındaki besmeleler de Kur'ân'dandır. Şâfiî'nin ileri sürdüğü delilin kesin iddiası budur. Madem ki besmelenin, başında bulunduğu sûrelerden bir parça olduğunu bildiren açık mütevatir bir delil de yoktur, o halde hiç birinden bir parça da değildir. İşte Mâlikî delilinin kesin iddiası da budur. Bundan dolayı iki delilin birbirine yakın bu noktalarının birlikte ifade ettiği mânâ da; söylediğimiz gibi besmelenin bütün sûrelerden ayrı başlıbaşına bir âyet olmasıdır ki, bu konuyla ilgili değişik "ahad haber"lerden çıkan ortak hüküm de bu olur. O halde Fâtiha gibi, besmelenin her namazda okunması vacip değildir. Fakat gerek namazda ve gerek namaz dışında her Kur'ân okunuşunun ve her önemli işin başında okunması sünnettir. Bunun için namazın her rekatında, kırâetin başında okuruz, ortasında okumayız. Ancak Fâtiha'nın bir parçası olduğu anlaşılmasın diye kırâeti yüksek sesle okunan namazlarda da onu gizli okuruz ve böyle okunmasında bütün hanefîler görüşbirliği içindedirler. İşte böyle seçkin bir âyettir.
TAHLİL: Dış görünüşe göre besmele dört kelimedir. Gerçekten ve itibari olarak yedi kelimedir. Çünkü gerçekte nin " "si ile 'in tarif edatları da birer kelimedirler. Hükmen de böyledir. Çünkü Arap dilinde tarif edatlarına hiçbir zaman başlı başına bir kelime hükmü verilmemiş olduğu halde "bâ" hem kendisi bir kelimedir, hem de hazf olunmuş (silinmiş) taalluk ettiği bir fiil ile failini de bildiren üç kelime hükmündedir. Bundan dolayı ile den bileşik bir kelimedir. Bunda kural gibi vasl hemzesi (kelimenin ortasında düşen elif) ile yazılmaktı, fakat besmeleye özgü olarak bu hemze düşürülmüş olup söylendiği gibi yazılır. Ve onun yerine "bi"nin başı uzatılır. Ta ilk asırlardan beri besmelenin başını bir elif uzun yazmak bir hat kuralı olmuştur ki, bu kural kûfî gibi sülüs ve nesih hatlarında da hat üstadlarının bildiği bir husustur. Bunun nüktesi çok kullanılmasından dolayı hafifletmedir diyorlar. Fakat bunda özellikle taalluk-ı visâl kuvvetini ifade etmek gibi manevi nükteler de vardır. Bazı hadislerde rastlanan gibi imalar bundan açık olarak anlaşılıyor.
Bilindiği gibi, hakiki her ilmin bir tek konusu vardır, Kur'ân'ın hikmet ilminin konusu ise Allah ile kâinat ve özellikle insanlar ve insanların işleri arasındaki ilişki ve bağlantıdır.
İşte bir ilahlık sıfatı ve kulluk ilişkisi ile özetlenen ve önce Fâtiha'da, sonra bütün Kur'ân'da tedrici olarak açıklanan bu ilişki tamamen besmeledeki nın mânâsıdır. daima bir fiile veya fiile benzeyen bir kelimeye taalluk eden ve onu bir isme bağlayan bir edat, bir cer edatıdır ki, asıl mânâsı yapıştırmaktır. Fakat bu yapıştırmanın; karıştırma ve beraberlik, yardım dileme, pekiştirme için kullanma ve yemin gibi birçok çeşitleri vardır ki, besmelede tefsirciler yalnız beraberlik veya yardım dileme mânâlarından birini gösterirler. Bu bâ'nın bağlacı hazf olunmuştur ki, o anda besmeleyle başlanacak olan fiil olacaktır. Başla, oku, başlıyorum, okuyorum gibi.
: "İsim" aslında sözlük anlamıyla bir şeyin zihinde doğmasını sağlayan işaret ve alâmet demektir. Örfte tek başına anlaşılır bir mânâya delalet eden kelime diye tarif edilir ki, o mânâya veya onun dışta veya zihinde gerçekleşen asıl şekline müsemmâ denilir. Yaygın görüşe göre, ismin aslı "sümüv = yücelik" maddesidir. "Vesm = damgalama"den olması da mümkündür. Fakat çoğulu "esma" veya "esâmî" gelir ve bunlar tamamen dilimize mal olmuş kelimelerdir. Sıfatlar da aslında ismin kısımlarındandır. Bunun için isimler özel isim veya cins ismi veya umuma delalet eden isim diye kısımlara ayrıldığı gibi zat ismi veya sıfat ismi diye de birbirinden ayrılır. Yüce Allah'ın Esmâ-i Hüsnâ'sında bu farkın önemi vardır. İsim, aslında "ad" ve "nam" ile eşanlamlı olmakla beraber dilimizde biz bunları ince farklarla kullanırız. "Ben bu işi falan kimse namına yapıyorum." yerinde "falancanın adına veya ismine yapıyorum" diyemiyoruz. Aynı şekilde "insan bir isimdir" deriz de "bir addır, bir namdır" demeyiz. Öyle zaman olur ki "o adamın adı" yerine "o zatın ismi" demeyi tercih ederiz.
"Allah" gerçek ilâhın özel ismidir. Daha doğrusu zat ismi ve özel ismidir. Yani Kur'ân bize bu en yüce ve en büyük zatı, eksiksiz sıfatları ve güzel isimleriyle tanıtacak, bizim ve bütün kâinatın ona olan ilgi ve alâkamızı bildirecektir. Bundan dolayı Allah diye adlandırılan en büyük ve en yüce zat kâinatın meydana gelmesinde, devamında ve olgunlaşmasında bir ilk sebep olduğu gibi "Allah" yüce ismi de ilim ve irfan dilimizde öyle özel ve yüce bir başlangıçtır. Yüce Allah'ın varlığı ve birliği kabul ve tasdik edilmeden kâinat ve kâinattaki düzeni hissetmek ve anlamak bir hayalden, bir seraptan ve aynı zamanda telafisi imkansız olan bir acıdan ibaret kalacağı gibi "Allah" özel ismi üzerinde birleştirilmeyen ve düzene konmayan ilimlerimiz, sanatlarımız, bütün bilgiler ve eğitimimiz de iki ucu bir araya gelmeyen ve varlığımızı silip süpüren, dağınık fikirlerden, anlamsız bir toz ve dumandan ibaret kalır. Bunun içindir ki, bütün ilimler ve sanatlar küçük küçük birer konu etrafında bilgilerimizi düzenleye düzenleye nihayet son düzenlemede bir yüksek ilim ile bizi bir birlik, huzuruna yükseltmek için çalışır durur. Cisim konusunda madde ve kuvvet ile hareket ve durgunluk oranında, birleştirilemeyen bir tabiat ilmi; uzaklık, yer ve zamana göre, nicelik kavramında toplanmayan bir matematik ilmi; bilim mefhumunda cisim ve ruh oranında toplanmayan bir psikoloji ilmi; dış dünya ve zihine göre doğruluk mefhumunda toplanmayan bir mantık ilmi; iyilik ve kötülüğe oranla güzellik ve çirkinlik mefhumunda toplanmayan bir ahlâk; nihayet nedensellik oranında ve varlık mefhumunda toplanmayan bir hikmet ve felsefe bulamayız. Varlık mânâsını düşündürtmeden, nedensellik oranının gerçek olduğunu kabul ettirmeden bize en küçük bir gerçek bildirebilen hiçbir sanat yoktur. Şu, şunun için vardır. İşte bütün ilimlerin çalıştığı gaye budur. Varlık, gerçeklik, nedensellik ilişkileri, bütün ilim ve sanatlara hakim olan düşünme ve doğru olduğunu kabul etmek prensipleridir. Nedensellik, sebebin müsebbebi ile bağlantısı, orantısı ve kalıcılığı kanunu, asrımızda bütün ilimlere hakim olan en büyük kanundur. Bunun için nedensellik alanında birleştirilemeyen hiçbir ilim bulamayız. Bu oran ise, sebep denilen bir başlangıç ile müsebbeb denilen bir sonuç arasındaki ilişkileri anlatır ve bütün kâinatın düzeni dediğimiz şey de işte bu yegâne ilişkidir. Bundan dolayı biz sebep ve sonuç açısından varlığı düşünüp doğrulamadan bu bağlantının tam olduğunu düşünemeyiz ve doğrulayamayız. Sonra bu tasdikimiz de doğrudur diye zihnimiz ile gerçeğin uyum ve ilişkisini, üzerine kurduğumuz hakkın hakikatına dayandırmazsak, bütün emek ve çabalamalarımızın, bütün anlayışlarımızın, yalan, asılsız ve kuruntudan ibaret bir seraba dönüşeceğine hükmederiz. Halbuki o zaman böyle hükmedebilmek de bir gerçeği itiraf etmektir. Bundan dolayı insan doğruyu inkar ederken bile onun doğru olduğunu kabul mecburiyetinden kurtulamaz. Mümkün olan gerçekler üstünde varlığı zaruri olan Hakk, gerek ilmimizin, gerek varlığımızın ilk başlangıç noktası ve ilk sebebidir. Ve "Allah" onun ismidir. İnsan üzerinde etkili olan ve insanı kendine çeken hiçbir şey düşünülemez ki, arkasında Allah bulunmasın.
Yüce Allah varlığı zaruri olan öyle bir zattır ki, gerek nesnel ve gerek öznel varlığımızın bütün gidişatında varlığının zaruretini gösterir ve bizim ruhumuzun derinliklerinde herşeyden önce Hakk'ın zatına ait kesin bir tasdikin var olduğu inkâr kabul etmez bir gerçektir. Hatta bizim varlığımızda bu yüce gerçeğe basit ve öz ve sınırsız bir ilişkimiz, bir manevi duygumuz vardır. Ve bütün ilimlerimizin temeli olan bu gizli duygu; sınırlı duygularımızın, anlayışlarımızın, akıllarımızın, fikirlerimizin hepsinden daha doğru, hepsinden daha kuvvetlidir. Çünkü onların hepsini kuşatıyor. Ve onları kuşattığı halde O'nun zatı sınırlandırılamaz ve bu âlem O'nun kudret ve kuvvetinin bir parıltısıdır. Durum böyle iken biz birçok zaman olur ki, dalgınlıkla kendimizi ve varlığımızın geçirdiği zamanları unuturuz. Ve çoğunlukla yaptığımız hataların, sapıklıkların kaynağı bu gaflet ve dalgınlıktır. Böyle kendimizden ve anlayışımızın inceliklerinden dalgınlığa düştüğümüz zamanlardır ki, biz bu gizli duygudan, bu ilk anlayıştan gaflete düşeriz ve o zaman bunu bize aklımız yolu ile hatırlatacak ve bizi uyaracak vasıtalara ve delillere ihtiyaç duyarız. Kâinat bize bu hatırlatmayı yapacak Allah'ın âyetleri (işaretleri) ile doludur. Kur'ân, bize bu âyetleri, kısa ve özlü sözlerle hatırlattığı ve bizi uyardığı için bir ismi de "ez-Zikr"dir. Allah'ın hikmeti de bize buradan birçok mantıkî, akla uygun ve ruhî delilleri özetleyiverir. Diğer taraftan biz o gizli duygunun diğer sınırlı ve belirgin duygularımız gibi içimizde ve dışımızda ortaya çıkma ve kesintiye uğrama anlarıyla sınırlı bir şekil kazanmasını ve bu şekilde varlıkların parçalarının gözle görülen şeyler gibi anlayışımızın sınırına girecek bir şekilde açıklanmasını arzu ederiz. Bu arzunun hikmeti, O'nun tecellisindeki süreklilikte duyulan bir görme lezzetidir. Fakat bunda bilgisi ve kuvvetiyle herşeyi kuşatan Allah'ı, yaratılmış varlıklara çevirmeye çalışmak gibi imkansız bir nokta vardır ki, nefsin gururunu kıracak olan bu imkansız nokta birçok insanı olumsuz sonuçlara ulaştırabilir. O zavallı gururlu nefis düşünemez ki, bütün kâinatın o ilk başlangıç noktasına açık, anlaşılabilir, başı ve sonu belli olan bir sınır çizmek, görünen eşyada olduğu gibi bir kesinti anına bağlıdır. Mümkün olmayan böyle bir kesinti anında ve noktasında ise bütün his ve bütün varlık kökünden kesilir ve yok olur. Öyle bir tükenme ise apaçık bir his ve anlayışa varmak değil, yokluğa karışmaktır. Aklî delillere böyle bir gaye ile bakanlar ve Allah'ın görünmeyen ve görünen bütün varlıkları kuşatan sonsuz tecellisi karşısında nefislerinin gururunu kırmayarak şuhûd zevkinden mahrum kalanlar "Allah'ı aradım da bulamadım." derken, sanat ve felsefe adına zarara uğradıklarını ilan etmiş olurlar. Allah'ı sezmek için kalp ile doğru ve yanlışı birbirinden ayıran gözü ve ikisi arasındaki farkı ve ilişkiyi belli bir oranda idrak edebilmelidir.
İşte "Allah" yüce ismi, bütün duygularımızın, düşüncelerimizin ilk şartı olan öyle derin ve bir tek gizli duygunun, görünen ve görünmeyen varlıkların birleştikleri nokta olan bir parıltı halinde, hiçbir engel olmaksızın doğrudan doğruya gösterdiği yüce Allah'ın zatına delalet eden, yalnızca O'na ait olan özel bir isimdir. Yani bu isim önce zihindeki bir mânâ ve ikinci olarak o vasıta ile Allah'ın zatının ismi ise özel bir isimdir. Zihindeki bir mânâ olmayarak yalnızca ve bizzat belli zatın ismi ise bir özel isimdir. Birincisinde kelimeden anlaşılan mânâya, mânâdan gerçeğe geçeriz ve ismi bu mânâ ile tanımlarız. Mesela Allah, bütün sıfat-ı kemâliyyeye (eksiksizlik ve olgunluk vasıflarına) sahip bulunan, varlığı zaruri olan zatın ismidir. Yahut hakkiyle tapılacak olan yüce zatın ismidir, deriz. İkincide bizzat bulunan gerçeğe intikal ederiz. Bu şekilde o gerçekten kendimizde hiçbir pay yoksa Allah isminden gerçekte yine kendisinden başka birşey anlayamayız. Bize göre isim ile, isimlendirilen varlık aynıdır. Fakat o gerçekten kendimizde herhangi bir tarz (üslub) ile bir pay bulabilirsek isim ile kendisine isim verileni birbirinden ayırırız ve bu iki şekilde de Allah'ı isbat etmeye ihtiyaç duymayacağız. Fakat bu isimden bir mânâ anladığımız ve o mânâyı gerçekte bir mahiyete delalet için vasıta olarak kabul ettiğimiz zaman o gerçekten bizzat bir payımız olmasa bile bu isimden birşey anlarız. Fakat o şeyin varlığını isbat etmeye ihtiyaç duyarız. Bundan dolayı isim, isbat etmeden önce konulmuş bulunursa o gerçeğin özel ismi olursa da alem ismi olamaz. Fakat isbat edildikten sonra konmuş ise bizzat alem ismi olur. Mesela anadan doğma körler için "ülker" ismi ancak bir özel isim olabilir, görenler için ise bir alem ismidir. Normal dilde özel isim ile alem isminin farkı aranmazsa da ilim dilinde bunlar arasında fark vardır. İşte bu sebeplerden dolayı yüce Allah için zat ismi ve alem ismi mümkün müdür, değil midir? diye bilginler arasında derin bir tartışma vardır. Fazla uzatmamak için şu kadar söyleyelim ki, üç tecelli algılanır. Zatın tecellisi, sıfatın tecellisi, eserlerinin tecellisi. İsimlerinin tecellisi de bunlardan biri ile ilgilidir. Zat isminin, zatın tecellisini ifade eden bir isim olması gerekir, çünkü sıfat tecellisini ifade eden isimlere sıfat isimleri, eserlerin tecellisini ifade eden isimlere fiil isimleri denilir. Zat, sıfat ve eserleri ile de vasıta ile tecelli ettiği gibi bizzat tecelli etmesi de bizce mümkündür. En azından kendine tecellisi mümkündür ve alem olan zat ismine bu da yeterlidir. Ve biz bunu bütün isimlerde esas olarak bildiğimiz için Allah'ın isimleri tevkîfîdir yani Cenâb-ı Hakk'ın vahiy yoluyla bize bildirmiş olduklarından ibarettir, diyoruz. Bundan dolayı zat isminin mefhumu olan bir özel isim veya mefhumu olmayan bir şahıs ismi olması aslında mümkündür ve bizim için yeterlidir.
Şu kadar var ki; biz kendimize zatın tecellisi meydana gelmeden alem ismini koyamayız. Nitekim, yeni doğan çocuğa, onu görmeden koyduğumuz isim, henüz bir özel isimdir ve bu durumda duyduğumuz alem isminden de yalnız bir ismin tecellisini anlarız ve o zaman isim ile kendisine isim konulan varlık birleşir. Fakat bunu sıfat isimleri ve fiil isimleri ile yorumlaya yorumlaya nihayet eserlerin tecellisine ve ondan sıfatın tecellisine ve ondan zatın tecellisine ereriz. Her söz başlangıçta bir ismin tecellisini anlatır, Kur'ân da bize yüce Allah'ı önce isminin tecellisi ile anlatıyor: v.d. Bundan dolayı Kur'ân'a başlarken doğrusu hiçbir düşünce ile meşgul olmayarak önce Allah'ın ismini bir zat ismi (özel isim) olarak alacağız. Râhman ve Rahim vasıflarını da bu ismi kısaca yorumlayarak bu iki vasıfla ona bir genişlik kazandırıp mânâsını zikredeceğiz ki, bu mânânın kısacası, en mükemmel ve katmerli bir rahmetin alanı ve yayılma noktasının başlangıcı olacaktır. Sonra yavaş yavaş bu isimler ile bu mânâyı açıklayarak ortaya çıkaracağız ve o zaman yerlere, göklere sığmayan Allah'ın zat isminin kalbimizde yaratılıştan saklı olan tecellilerini görmeye başlayacağız. İsimlerin tecellisinden eserlerin tecellisine geçeceğiz, kâinatı dolaşacağız, eserlerin tecellisinden sıfatların tecellisine ereceğiz, görünmeyenden görünene geçeceğiz. Görünen alemle ilgili zevkimiz arttıkça artacak, o vakit zatın tecellisi için sevgi ve neşe ile çırpınacağız, bütün zevkler, lezzetler, bütün ümitler, bir noktada toplanacak; bazen gözyaşlarını döküp yüreklerimizi ezen günah yükünü yıkacağız, bazen vuslat rüzgarı esecek, mutluluk ve hoşnutluk ile kendimizden geçeceğiz. Nihayet, "Ey huzura eren nefis! Razı olmuş ve kendisinden razı olunmuş olarak Rabbine dön! (Benim sevgili kullarım arasına sen de gir ve cennetime gir!)" (Fecr, 89/27-30) daveti gelecek, yüce Allah'ın ziyafetinde sonsuza dek O'nun cemalini seyretmeye dalıp kalacağız. "O gün bazı yüzler ışıl ışıl parlar, Rabbine bakar." (Kıyamet, 75/22-23).
"Allah" zat ismini, özel isim olarak düşünebilmek için, Allah'ın selbî ve subutî bütün zat sıfatları ile fiilî sıfatlarını bir arada tasavvur etmek, sonra da hepsini bir bütün olarak topluca ele almak ve öyle ifade etmek gerekir. Bundan dolayı bu da şu şekilde ifade edilmiştir: "O zat-ı vâcibü'l-vücûd ki, bütün kemâl sıfatlarını kendisine toplamıştır." Sadece "zat-ı vacibu'l-vücûd" demek de yeterlidir. Çünkü bütün kemal sıfatlarını kendisinde toplamış olmak, varlığı zaruri demek olan "vacibu'l-vücûd"un bir açıklamasından, niteliğinin belirlenmesinden ibarettir.
Bunun bir özeti de "Hakkıyla mabud = Hakiki ilâh, gerçek Tanrı" mânâsıdır. Arapça'da bu mânâ belli ve bilinen tanrı demek olan "el-İlâh" özel ismi ile özetlenmiştir. "Hâlik-ı âlem = Kâinatın yaratıcısı" veya "Hâlik-ı Küll = Herşeyin yaratıcısı" mânâsı ile de yetinilebilir. Bunları yüce Allah'ın isim ile veya sözle tanımlanması olarak alabiliriz. Biz her durumda şunu itiraf ederiz ki, bizim "Allah" yüce isminden duyduğumuz (anladığımız) bir mânâ, bu mânâların hepsinden daha açık ve daha mükemmeldir. Bundan dolayı bu özel ismin, bir alem isim olması kalbimize daha yakındır. Gerek özel ismi, gerek şahıs ismi olan "Allah" yüce ismi ile Allah'tan başka hiçbir ilâh anılmamıştır. "Sen O'nun bir adaşı olduğunu biliyor musun?" (Meryem, 19/65) âyetinde de görüldüğü gibi, onun adaşı yoktur. Bundan dolayı Allah isminin ikili ve çoğulu da yoktur. O halde ancak isimlerinin birden çok olması caizdir. Hatta özel ismi bile birden çok olabilir ve değişik dillerde yüce Allah'ın ayrı ayrı özel isminin bulunması mümkündür. Ve İslam'a göre caizdir. Bununla beraber, meşhur dillerde buna eşanlamlı bir isim bilmiyoruz. Mesela Tanrı, Hudâ (Farsça) isimleri "Allah" gibi birer özel isim değildir. İlâh, Rab, Mabud gibi genel anlam ifade eden isimlerdir. Hudâ, Rab demek olmayıp da "Hud'ay" kelimesinin kısaltılmışı ve "vâcibu'l-vücûd = mutlak var olan" demek olsa yine özel isim değildir. Arapça'da "ilâh"ın çoğulunda (âlihe); "rabb"in çoğulunda (erbâb) denildiği gibi Farsça'da "hudâ"nın çoğulunda "hudâyân" ve dilimizde tanrılar, ma'bûdlar, ilâhlar, rablar denilir. Çünkü bunlar hem gerçek, hem de gerçek olmayan ilâhlar için kullanılır. Halbuki "Allahlar" denilmemiştir ve denemez. Böyle bir kelime işitirsek, söyleyenin cahil olduğuna veya gafil olduğuna yorarız. Son yıllarda edebiyatımızda saygı maksadıyla özel isimlerden çoğul yapıldığı ve örneğin "Ebussuudlar, İbni Kemaller" denildiği bir gerçek ise de; Allah'ın birliğine delalet eden "Allah" yüce isminde böyle bir ifade saygı maksadına aykırı olduğundan dolayı hem gerçeğe, hem de edebe aykırı sayılır. Bu yüceliği ancak yüce Allah, (biz) diye gösterir. Halbuki Tanrı adı böyle değildir, mabud ve ilâh gibidir. Hak olmayan mabudlara da "Tanrı" denilir. Fakat bu bir cins ismidir. Allah'a şirk koşanlar birçok tanrılara taparlardı. Falancaların tanrıları şöyle, falancalarınki şöyledir denilir. Demek ki "Tanrı" cins ismi "Allah" özel isminin eş anlamlısı değildir, daha genel anlamlıdır. Bundan dolayı "Allah ismi" "Tanrı adı" ile terceme olunamaz. Bunun içindir ki, Süleyman Çelebi Mevlidine "Allah" adıyla başlamış, "Tanrı adı" dememiştir ve o bahrin sonunda "Birdir Allah, andan artık tanrı yok." diyerek tanrı kelimesini ilâh karşılığında kullanmıştır. Bu açıklamanın tamamlanması için bir kelime daha söylemeye ihtiyaç duyuyoruz. Fransızca "diyö" kelimesi de ilâh, tanrı kelimeleri gibi bir cins ismidir, onun da çoğulu yapılır, onu özel isim gibi büyük harf ile göstererek kullanmak gerçeği değiştirmez. Bunun için Fransızlar tevhid kelimesini terceme edememişler, monoton tercemesinde "Diyöden başka diyö yok." diyorlar ki "İlâhtan başka ilâh yok." demiş oluyorlar; meâlen tercemesinde de "Yalnız diyö, diyödür." yani "yalnız ilâh ilâhtır." diyorlar. Görülüyor ki, hem ilâh, hem Allah yerinde "diyö" demişler ve Allah ismi ile ilâh ismini birbirinden ayıramamışlardır; ve ikisini de özel isim gibi yazmalarına rağmen "diyö" ancak "ilâh" kelimesinin tercemesi olmuştur. Bu ise ilk bakışta laf kalabalığı ve anlamsız bir söz gibi görünmekte, aynı kelimeleri önce olumsuz yapmak sonra olumlu kılmak, görünürde bir çelişki örneği arzetmektedir. "Diyöden başka diyö yok, yalnız diyö diyödür." demek görünürde ya bir haşiv (boş söz) veya çelişkidir. Halbuki diyen öyle demiyor; "Allah'tan başka Tanrı yoktur." diyor ve asla içinde çelişki ve tutarsızlık olmayan açık bir tevhid (birleme) söylüyor. Bundan başka Fransızca'da "diyö"nun özel isim olabilmesi Allah'ın, Hz. İsa'nın şahsında cesed ve şahıs şekline girme düşüncesine dayanır. Bu noktalardan gafil olanlar "diyö" kelimesini Allah diye terceme ediyor ve hatta "Allah" dediği zaman bu terceme diliyle "diyö"yu söylüyor.
Tefsirciler, " " özel isminin dil tarihi açısından incelemesine çalışmışlar ve dinler tarihi meraklıları da bununla uğraşmışlardır. Bu araştırmada başlıca gayeler şunlardır: Bu kelime aslında Arapça mı? Değil mi? Başka bir dilden mi alınmıştır? Üzerinde düşünülmeden söylenmiş bir söz mü? Türemiş mi, türememiş bir kelime mi? Tarihi nedir? Bunlara kısaca işaret edelim:
İşin başında şunu itiraf etmek gerekir ki bilgimiz, gerçekten ibadete layık olan Allah'ın zatını kuşatmadığı gibi özel ismine karşı da aynı şekilde eksiktir. Ve Arapça'da kullanma açısından " " (Allah) yüce ismine benzeyen hiçbir kelime yoktur ve bunun aslını göstermek imkansızdır. Dil açısından buna delalet eden bazı hususları da biliyoruz.
Önce Hz. Muhammed (s.a.v.)'in peygamberliği asrında bütün Araplar'ın bu özel ismi tanıdığı bilinmektedir. Kur'ân-ı Kerim de bize bunu anlatıyor: "Andolsun onlara: 'Gökleri ve yeri kim yarattı?' diye sorsan, elbette 'Allah' derler." (Zümer, 39/38), Bundan dolayı şimdi bizde olduğu gibi o zamanda bu ismin, Arap dilinin tam bir malı olduğundan şüphe yoktur. Sonra bunun Hz. İsmail zamanından beri geçerli olduğu da bilinmektedir. Bu itibarla da Arapça olduğu şüphesizdir. Halbuki Kur'ân'dan, bu yüce ismin daha önce varolduğu da anlaşılıyor. Bundan dolayı Hz. İbrahim'den itibaren İbrânice veya Süryânice gibi diğer bir dilden Arapça'ya geçmiş olduğu üzerinde düşünülüyor ve bu dillerden Arapça'ya geçtiği görüşünü ileri sürenler oluyor. Fakat Âd ve Semud hikayelerinde ve daha önce yaşamış olan peygamberlerin dillerinde de yalnız anlamının değil, bizzat bu özel ismin de dönüp dolaştığını anlıyoruz ve İbrânî veya Süryanî dillerinin de mutlak surette Arapça'dan önce olduğunu da bilmiyoruz. Bunun için kelimenin Arapça'da daha önce kökten ve katıksız Arap olan ilk devir Araplarına kadar varan bir tarihi bulunduğu açıktır. Bundan dolayı "İsrail, Cebrail, Mikail" kelimeleri gibi İbrânice'den Arapça'ya geçmiş yabancı bir kelime olduğunu zannetmek için bir delil yoktur.
İkincisi; Arap dilinin aslında, Arapça olmayan bazı yabancı kelimeler hakkında dikkatli olmayı gerektiren birtakım özel incelikler vardır ki, bunlarla bir kelimenin aslını incelemek mümkün olur.
Bu açıdan bakılınca " " (Allah) yüce isminin, o dilde benzeri olmayan bir kullanılış şeklinin bulunduğunu görürüz. Bir görüşe göre, başındaki "el" en-Necm, el-ayyuk v.s. gibi kelimeden ayrılması caiz olmayacak şekilde kelimeden ayrılmayan bir belirleme edatı gibidir. Hemzesi, sözün başında bulunduğu durumda üstündü, sözün ortasında başka bir kelime ile birleştiği zaman "Vallah, Billah, İsmüllah, Kâlellah" v.s. gibi yerlerde söylenişte veya hem telaffuzda hem yazıda hazf olunur (düşürülür). Diğer bir görüşe göre de "el" belirleme edatı değildir. Çünkü birine çağırma halinde "" diye hemze sabit kalabiliyor ve bir de "Yâ eyyühe'l-kerim" gibi çağırma edatı ile çağırılan isim arasında gibi ayıran bir kelime eklemeye gerek kalmıyor. Halbuki "el" belirleme edatı olsaydı böyle olmayacaktı.
Eğer "el" belirleme edatı ise kelime herhalde başka birşeyden nakledilmiştir ve yüce Allah'a isim olarak verilmesi ikinci bir kök sayesinde mümkündür. Fakat bunun başlangıçta Arap dilinde diğer bir isimden veya sıfattan alınmış olması mümkündür ve aslolan budur. Belirleme edatı "el" kalkınca da "lâh" kalır. Gerçekten Arapça'da "lâh" ismi vardır. Ve Basralı alimlerin büyük bir kısmı bundan nakledildiğini söylemişler. "Lâh" gizlenme ve yükselme mânâsına fiilinin masdarı olduğu gibi bundan "ilâh" anlamına da bir isimdir ve bundan "lâhüm", "lâhümme" denilir. Bir Arap şairi: "Ebu Rebâh'ın bir yemini gibi, Allah'ım onu büyükler işitir." demiş. Aynı şekilde Peygamber Efendimiz'in dedesi Abdülmuttalib Fil vak'asında Kâbe kapısının halkasına yapışarak; "Ey Allah'ım! Kul kendi evini korur, Sen de evini koru! onların haçı ve hilesi düşman olarak senin tedbirine galip gelmesin!" diye Allah'a yalvarmıştı. (Bkz. Fîl Sûresi Tefsiri) .
Şu halde "lâh" isminin başına "el" getirilerek "Allah" denilmiş ve özel isim yapılmış demektir. Bazıları ise daha ileri giderek Arapça "lâh" isminin Süryânice olduğu söylenen "lâha" isminden Arapça'laştırılmış olduğunu zannetmişlerdir. Çünkü Belhli Ebu Yezid "lâh" Arapça olmayan bir kelimedir demiştir. Çünkü, Yahudiler ve Hristiyanlar "lâha" derler. Araplar bu sözcüğü alıp değiştirerek "Allah" demişler, bunun gibi "lâhüm" ile ilgili olarak İbrânice'de "elûhim" vardır. Fakat tarih açısından Arapça'daki "lâh" mı öncedir, yoksa Süryanice'deki "lâha" mı öncedir? Bunu tesbit etmek mümkün olmadığı gibi iki dil arasında böyle bir kelimede ilişkinin bulunması, birinin diğerinden nakledildiğine mutlak surette delil olamaz. Eğer arka arkaya gelme yoksa her ikisinin daha önce bulunan bir ana dilden yayıldığını kabul etmek daha uygun olur. Ve bunu destekleyen delil de vardır. Çünkü Allah kelimesinin Arapça'daki kullanılışında hiçbir yabancı dil kokusu yoktur. Sonra "lâh, lâhüm" her ne kadar Arapça dışındaki bir dilden nakledilmiş olsalar bile "Allah" "el" takısı "lâh" ile birleştirilerek ondan alınmış olsaydı onun hemzesinin nida (çağırma) halinde yerinde kalmasına dilin kuralı müsaade etmezdi. Bunun içindir ki, birçok dil bilgini ve bunların içinde Kufeliler, Allah kelimesinin "lâh"dan değil, "ilâh" cins ismi ile eş anlamlı olan "el-ilâh"dan nakledilmiş olduğunu söylemişlerdir. Bu şekilde ilâhın hemzesi hazf edilmiş ve "el" belirleme edatının hemzesi onun yerine konmuş ve belirleme lâmı da "en-Necmü, Es-Sa'ku" gibi kelimenin ayrılmaz bir parçası olmuştur. Bundan dolayı, aslına göre başındaki hemze, cümle içinde hazf ve başka bir harf yerinde kullanıldığına işaret edilerek de nida (çağırma) halinde düşmemiştir. "İlâh" kelimesi de aslında ilâhet, ulûhet, ulûhiyet gibi ibadet mânâsı ile veyahut serbest olma mânâsı ile veyahut kalbin huzura ermesi ve rahat olması mânâsı ile veyahut korku mânâsı ile ilgili olarak "me'luh" yani kendisine ibadet edilen, yahut akılların hayret ettiği, yahut kalplere rahatlık ve iç huzuru veren yahut sıkıntıdan, korkudan kurtaran demek olur ki, "mabud" (kendisine tapılan)'da bu mânâların hepsi var gibidir. "Allah" da ise gerçekten bu mânâların hepsi vardır. Zemahşerî, Kâdı Beydâvî gibi birçok büyük araştırmacı bu incelemeyi kabul etmişlerdir. Buna göre "lâh" kelimesinin de aslı "ilâh"dır. (nâs) ve (ünâs) kelimeleri gibi. Gerçekten çoğulunda hep "âlihe" deniliyor ki, Arap dilinde masdar ve küçültme ismi gibi, çoğullar da kelimenin aslını gösteren delillerdendir.
Özetle dilde bu iki incelemeye göre Allah'ın ismi büyük türeme ile türeyen bir Arapça isimden nakledilmiş ve onun asıl mânâsını ihtiva etmiştir. Hem de aslı ve kendisi Arapça'dır. Bu arada bazılarının zannına göre aslı Arapça değil, fakat Arapça'ya nakledildikten sonra sırf Arapça'dır.
Nahiv âlimi tefsirci Endülüslü Ebu Hayyan diyor ki: Bilginlerin çoğuna göre; " " yüce ismi hemen söylenmiş bir sözdür ve türememiştir. Yani ilk kullanıldığında yüce Allah'ın özel ismidir . İmam Fahreddin Râzî de "Bizim seçtiğimiz görüş şudur: Allah kelimesi yüce Allah'ın özel ismidir ve aslında başka bir kelimeden türememiştir. İmam Halil b. Ahmed ve Sibeveyh, usul alimleri ve İslam hukukçularının hepsi bu görüştedirler." diyor. Gerçekten çağırma kipinde Allah kelimesinin başındaki hemzenin düşmeyişi ve araya bir şey girmeden çağırma edatı ile birleşmesi bu hemzenin, kelimenin aslından olduğunun bir delilidir. Bundan dolayı "el" belirleme edatı değildir. Ancak kullanmayı kolaylaştırmak için çoğunlukla bu edat gibi kullanılmıştır ve Allah kelimesinin sonuna tenvin getirilmemiştir. Gerçi hemzenin hazf edilmesi, kelimede kalmasından daha çoktur ve daha fazladır. Fakat " = yâ" ile " = el" belirleme edatları bir araya gelmedikleri ve bundan dolayı "yennecmü" v.s. denilemeyip
(Yâ eyyühennecmü), yâ hâze'l-Harisü, yâ eyyühennâsü gibi araya veya gibi kelimeler konduğu halde (yâ Allah) diye hemzenin yerinde kalması ile yetinilmesi ve sonra bu kelimenin Allah'tan başka hiç kimse için asla kullanılmamış bulunmasından dolayı "en-Necmü, en-nâsü ve'l-ünâsü" cinsinden olmadığını gösterdiğinden kelime ve mânâ itibariyle bu özelliğin tercih edilmesi gerekmiştir.
Özetle " " ismi türemiş veya başka bir dilden Arapça'ya nakledilmiş değildir. Başlangıçtan itibaren özel bir isim olarak kullanılmıştır. Ve yüce Allah'ın zatı bütün isimler ve vasıflardan önce bulunduğu gibi " " ismi de öyledir. Allah ismi ulûhiyyet (ilâhlık) vasfından değil, ilâhlık ve mabudiyet (tapılmaya layık olma) vasfı ondan alınmıştır. Allah, ibadet edilen zat olduğu için Allah değil, Allah olduğu için kendisine ibadet edilir. Onun "Allah"lığı tapılmaya ve kulluk edilmeye layık olması kendiliğindendir. İnsan puta tapar, ateşe tapar, güneşe tapar, kahramanlara, zorbalara veya bazı sevdiği şeylere tapar, taptığı zaman onlar ilâh, mabud (kendisine tapılan) olurlar, daha sonra bunlardan cayar, tanımaz olur, o zaman onlar da iğreti alınmış mabudiyet ve tanrılık özelliklerini kaybederler. Halbuki insanlar, ister Allah'ı mabud tanısın, ister mabud tanımasınlar, O bizzat mabuddur. O'na herşey ibadet ve kulluk borçludur. Hatta O'nu inkar edenler bile bilmeyerek olsa dahi ona kulluk etmek zorundadırlar. Araştırma mantığına göre iddia edilebilir ki, özel isimler kısmen olsun cins isimlerinden önce konulur. Daha sonra bir veya birkaç niteliğin ifade ettiği benzeme yönü ile cins isimleri oluşur. Bundan dolayı her özel ismin bir cins isminden veya nitelikten alınmış olduğu iddiası geçersiz sayılır.
Üçüncüsü: Denilebilir ki, yukarıda açıklanan kullanma tarzından, " " yüce isminin Arap dilindeki özelliği ve bundan dolayı bir özel isim olduğu anlaşılıyor. Fakat böyle olması diğer bir dilden alınmış olmasına neden engel sayılsın? Allah'ın isimlerinin birden çok olmasının caiz olduğu da önce geçmişti. Gerçekten deniliyor ki İbranice'de "iyl" Allah demektir. Çünkü Kâdı Beydâvî ve diğer tefsircilerde bile "İsrail" Allah'ın seçkin kulu veya Abdullah mânâsına tefsir edilmiştir ki, hemzenin hazf edilmesi ile "isrâl" ve yâ'ya çevirilmesi ile "İsrayil" şeklinde de okunur. Diğer taraftan Süryanice'de "lâha", Arapça'da "lâh" da varmış. Bundan dolayı Arapça'da bu iki ismin birleştirilmesi ile "illah" terkibinden "Allah" özel ismi vazedilmiş olduğu hatıra gelir ki; "Allah" ilâh meâlini hatırlatır ve "ilâhü'l-âlihe" (ilâhların) mabudların Allah'ı mânâsını ifade eder.
Fakat böyle bir mantık ilişkisi, gerçeğin böyle olduğuna delalet etmez. Böyle olsaydı mutlaka dil bunu bize bildirirdi. Çünkü her şeyden önce kelimenin ucme ve özel isim olmasından dolayı gayri munsarif ve belki mebni olarak kullanılması gerekirdi. Çünkü Ba'lebek, İsrail, Cebrail, İbrahim, İsmail ve benzeri özel isimlerin hepsi gayri munsarifdirler. Halbuki " " ismi mureb ve munsariftir. İkincisi, hemzenin hazf edilmesi durumuna uygun ise de hemzenin sabit kalması durumuna uygun değildir. Çünkü Arapça'da "il" hemzenin kesri ile okuna geldiği halde "Allah"da hemze üstün ile okunur. Ve doğrusu "îl" "ilah" mânâsınadır. Çünkü " = ili" diye müzaf (tamlanan) oluyor. Sonra îl, Allah demek ise ve ondan alınmış olsaydı "il lâh" diye bir terkip düşünmeğe ne ihtiyaç kalırdı? Kısacası, Allah isminin diğer bir dilden alınmış veya türemiş olduğunu bu şartlar altında belirlemek mümkün değildir. Ve bu yüce isim, lisan açısından da adının sahibi gibi, bir ezeliyet perdesi içindedir. Ve bütün bunlardan en basit bir mânâ edinmek için söylenecek söz, hayret ve büyüklüktür. Allahu ekber!
: "er-Rahmân"; Bu da yüce Allah'a mahsus bir isimdir. Bunun özel bir mânâsı vardır. Fakat zat ismi değil, sıfat ismidir. Hem vasıflanarak hem vasıflanmadan kullanılır. Bundan dolayı katıksız isim ile katıksız sıfat arasında bir kelimedir. Bunun için cer edatı ile geçişli olmaz, fiil gibi amel yapmaz. "Buna rahmandır." denilmez. Fakat izafetle (tamlama ile) "Dünya Rahmânı" gibi amel eder. Böyle olması bu kelimenin fiil sıfatı değil, zat sıfatı olduğunu gösterir. Ve böyle sıfatlara sıfat-ı galibe (üstün sıfat) ismi verilir. Aslında içerdiği niteliğe sahip olan her şahsı nitelemek uygun olduğu halde o sıfatla seçkin olan özel bir kişi için kullanılması çokça görüldüğünden yalnız onun sıfatı olarak kullanılmış demektir. Üstünlük bir derece daha kuvvet bulunca isim olarak da kullanılır ki, Rahmân böyledir. Ve bu üstün gelme ya gerçekten veya varsayım şeklinde olur. Eğer önce genel olarak kullanılmışsa ve daha sonra bir şeye tahsis edilmesi gerekmişse "gerçek anlamıyla"; eğer önce genel olarak kullanılması bizzat meydana gelmemiş de dil ile ilgili bir kural gereğince ise "varsayım anlamıyla" denilir.
(er-Rahmân) ismi de varsayım tarafı ağır basan ve yalnızca Allah için kullanılan bir özel isimdir. Çünkü dil açısından (rahm) ve (rahmet)ten türemiş ve sürekli ve pek fazla acıma mânâsına gelen bir sıfat-ı müşebbehe kipidir ki çok merhametli, çok rahmet sahibi mânâsına bir sıfattır. Böyle olunca da bu sıfat kimde bulunursa ona (er-Rahmân) demenin kıyas yoluyla mümkün olması lazım gelir. Halbuki hiç böyle kullanılmamış, rahmeti sonsuz, ezelî ve gerçek anlamda nimet veren bir mânâya tahsis edilmiş olduğundan dolayı başlangıçtan itibaren yüce Allah'tan başkasına Rahmân denilmemiştir. Ancak yalancı peygamber Müseylimetü'l-Kezzâb'a bir defa haddini aşan yağcı bir şair lâmsız olarak "Sen rahmân olmaya devam ediyorsun." tabirini kullanmış ve buna rağmen (er-Rahmân) dememiştir. Böyle olduğu halde İslâm dini açısından değil, dil açısından bile bu şairin hata ettiği belirtilmiştir. Din açısından ise şairin yanlış bir ifade kullandığı haydi haydi sabittir. Öyle ise mutlak surette "Rahmân" yüce Allah'a ait bir sıfat ismidir. Bundan dolayı aslında sıfat olması itibariyle çok rahmet sahibi, pek merhametli, çok merhametli, gayet merhametli veya sonsuz rahmet sahibi diye tefsir edilebilse de özelliğinden, isim olmasından dolayı tercemesi mümkün olmaz. Çünkü özel isim terceme edilmez. Özel isimlerin terceme edilmesi onların değiştirilmesi demektir ve dilimizde böyle bir isim yoktur. Bazılarının Rahmân'ı "esirgeyici" diye terceme ettiklerini görüyoruz. Halbuki "esirgemek" aslında kıskanmak, yazık etmek mânâsınadır. "Benden onu esirgedin." denilir. Sonra kıskanılanın korunması, saklanması tabiî olduğundan esirgemek, onun gereği olan korumak mânâsına da kullanılır. "Beni esirgemiyorsun." deriz ki, "Beni korumuyorsun." demektir. Fakat "Bana merhamet etmiyorsun." gibi, "bana esirgemiyorsun" denilmez. Bundan dolayı esirgeyici aslında "kıskanç" demek olacağından Rahmân'ın gelişigüzel bir tefsiri de olmamış olur. Elemlenmek, acı duymak demek olan acımaktan "acıyıcı" da tatsız ve kusurludur, kuru bir acımak merhamet değildir. Merhamet, acı felaketini ortadan kaldırmak ve onun yerine sevinç ve iyiliği koymaya yönelik olan bir iyilik duygusudur ki dilimizde tamamen bilinen bir kelimedir. Biz merhametli sıfatından anladığımız tatlı mânâyı öbürlerinden tam olarak anlayamayız ve hele pek merhametli yerinde "acıyıcı, esirgeyici" demeyiz. Bunun için eskilerimiz burada "yarlığamak" fiilinden "yarlığayıcı" sıfatını kullanırlardı. "Rabbim rahmeti ile yarlığasın", "rahmetinle yarlığa ya Rabbi!", "Rahmetinle yarlığa kıl ya gani (zengin)" gibi ki, bu kelimeyi hafifleterek "yarlamak" ve "yarlayıcı" denildiği de olmuştur. Ve aslında "yar (dost) muamelesi yapmak" demektir ki, merhametin sonucudur. Fakat "yarlığayıcı" da isim değil sıfattır. Özetle Rahmân "pek merhametli" diye noksan bir şekilde tefsir olunabilirse de terceme olunamaz. Çünkü "pek merhametli", ne yalnız Allah için kullanılan bir sıfattır, ne özel isimdir, "Rahim" demek de olabilir. Sonra yüce Allah'ın rahmeti, merhameti; bir kalb duygusu, psikolojik bir meyil mânâsına gelen bir iyilik duygusu değildir. Fâtiha sûresi tefsirinde açıklanacağı üzere iyiliği kasdetmek veya sonsuz nimet verme mânâsınadır. Dilimizde de rahmet bu mânâ ile bilinir, fakat bu ilgiden dolayı "Rahmân" ismini "Vehhâb = çok bağışlayan" ismi ile karıştırmak da uygun olmaz. Vehhâb, Rahmân gibi özel isim değildir. Bundan dolayı Rahmân, Vehhâb veya Afüvv (çok affeden) mânâlarına gelen "bağışlayıcı" sıfatı ile de terceme edilemez. Bu ismi ezberleriz ve tercemesi ile değil, tefsiri ile rahmet mânâsından anlamağa çalışırız.
: "er-Rahîm" de sıfat-ı müşebbehe veya mübalağa ile ism-i fâil olarak ikinci bir sıfattır. İki sıfatın farkının daha açık olması için burada ikincisi daha uygundur ki "çok merhamet edici" demek olur. Bu da yüce Allah'ın sıfatlarından biridir. Fakat yalnız sıfat olarak kullanılır, mevsufsuz (nitelenen olmadan) tek başına kullanılmaz. Bundan dolayı Rahmân gibi sıfât-ı gâlibe (genellikle sıfat olarak kullanılan kelime) ve özel isim olmayıp Allah'dan başkası için de kullanılabilir ve fiil amelini yapar. Başındaki belirleme edatı da bilinen zat içindir. Şu halde sıfat terkibindeki kelimelerin ilki yalnız isimdir, ikincisi hem isim, hem sıfat, üçüncüsü yalnız sıfattır. Üç kelimeden oluşan sıfat, özel isimden umumî mânâya doğru açılmıştır. Ve bu iki sıfat, "Allah" zat ismine kalbimizde anlam kazandırmıştır. Bunlar, Allah'ı görmenin ilk cemâl tecellileridir.
Görüyoruz ki; (Rahmân, Rahîm) ikisi de rahmet masdarından mübalağa (pek çokluk) ifade eden birer sıfat olmakla beraber aralarında önemli farklar vardır. Bu farkları göstermek için müfessirler epeyce açıklamada bulunmuşlardır. Biz şu kadarıyla yetineceğiz: Yüce Allah'ın Rahmân oluşu, ezele (başlangıcı olmayışa), Rahim oluşu ise lâ yezale (ölümsüzlüğe) göredir. Bundan dolayı yaratıklar, yüce Allah'ın Rahmân olmasıyla başlangıçtaki rahmetinden, Rahim olmasıyla da sonuçta meydana gelecek merhametinden doğan nimetler içinde büyürler ve ondan faydalanırlar. Bu noktaya işaret etmek için dünyanın Rahmân'ı, ahiretin Rahîm'i denilmiştir. Aslında yüce Allah, dünyanın da, ahiretin de hem Rahmân'ı, hem de Rahîm'idir. Ve bu tabir de eski âlimlerden nakledilmiştir. Fakat her ikisinde öncelik itibariyle Rahman, sonralık itibariyle Rahim olduğuna işaret etmek için dünya Rahmân'ı ve ahiret Rahîmi denilmiştir ki, "hem müminlerin, hem kâfirlerin Rahmân'ı, fakat yalnız müminlerin Rahîm'i" denilmesi de bundan ileri gelmektedir. "Allah müminlere karşı çok bağışlayıcı, çok merhametlidir." (Ahzâb, 33/43).
Bu hususu biraz açıklayalım: Rahmân, yüce Allah'ın bir özel ismi olduğundan dolayı ezeli ve ölümsüzlüğü içine alır. Bundan dolayı, bu cins rahmet, merhamet ve nimet vermenin kullardan ortaya çıkması düşünülemez. Rahim ise yalnız Allah'a ait olmadığından sonsuzluğu gerektirmez. Ve bundan dolayı böyle bir merhametin ve nimet vermenin kullar tarafından da yapılması düşünülebilir. Demek Rahmân'ın rahmeti bir şarta bağlı değil iken, Rahîm'in rahmeti şarta bağlıdır, şarta bağlı olarak gerçekleşir.
Rahmân olmanın Allah'a mahsus olması ve ondan başkasına ait bir özelliği ilgilendirmemesi ve ancak izafet ile amel etmesi, bütün âlemlerde bir şeyi şart koşmadan genel bir mânâ ifade eder. Yüce Allah Rahmân olduğu için ezelî rahmeti umumîdir. Her şeyin ilk yaratılışı ve icadında almış olduğu bütün fıtrî kabiliyet ve ihsanlar Allah'ın Rahmân oluşundan kaynaklanan izafî oluşlardır. Bu itibarla içinde rahmet izi bulunmayan hiçbir varlık düşünülemez. Fakat varlıkların ilk yaratılışları yalnız Allah vergisi ve cebrîdir. Yani hiç kimsenin çalışması ve seçimi ile değil, yalnız Rahmân'a dayanmakla meydana gelir. Taşın taş, ağacın ağaç, insanın insan olması böyle zorlayıcı bir rahmetin eseridir. Bu görüş açısından kâinattaki her şey Rahmân'ın rahmetine gark olmuştur. Bundan dolayı Allah'ın Rahmân oluşu bütün varlık için güven kaynağı ve hepsinin ümididir. Göğünden yeryüzüne, gökcisimlerinden moleküllere, ruhlardan cisimlere, canlısından cansızına, taşından ağacına, bitkilerinden hayvanlarına, hayvanlarından insanlarına, çalışanlarından çalışmayanına, itaat edeninden isyan edenine, mümininden kâfirine, Allah'ın birliğine inananından Allah'a şirk koşanına, meleklerinden şeytanına varıncaya kadar âlemlerin hepsi Rahmân'ın rahmetine gark olmuştur ve bu itibarla korkudan kurtulmuştur. Fakat bu kadarla kalsa idi, ilim ile bilgisizliğin, hayat ile ölümün, çalışma ile boş durmanın, itaat etme ile isyan etmenin, iman ile küfrün, nankörlük ile şükrün, doğru ile eğrinin, adalet ile zulmün hiç farkı kalmamış olurdu. Ve böyle olsaydı kâinatta iradeyi gerektiren iş ve hareketlerden hiçbir iz bulunmazdı. İlim ve irade ile, çalışma ve çabalama ile ilerleme ve yükselme imkanı ortadan kalkardı ve o zaman hep tabiî olurduk, tabiatçılardan (Natüralistlerden), cebriyecilerden olurduk. Hem kendimizi, hem de Allah Teâlâ'yı yaptığı şeylerde mecbur görürdük. Tabiatı, rahmetin gereğine mahkum tanırdık. Çünkü ne onun, ne bizim irade ve seçme hürriyetimizden bir iz bulamazdık, duyduğumuza gidemez, bildiğimizi işleyemez, arzularımızın yanına varamazdık, bütün hareketlerimizde bir taş veya bir topaç gibi yuvarlanır durur veya bir ot gibi biter, yiter giderdik. Ahlata armut, idris ağacına kiraz, limona portakal, Amerikan çubuğuna çavuş üzümü aşılayamazdık; tarlamıza ekin ekemez, ekmeğimizi pişiremez, rızıklarımızı, elbisemizi ve diğer ihtiyaçlarımızı sanatlar ve ustalıklar (meslekler) vasıtası ile elde edemezdik; göklere çıkmaya özenemez, cennetlere girmeye çare bulamazdık; hayvan gelir, hayvan giderdik. Bu şartlar altında ise Allah'ın Rahmân oluşu mutlak bir kemâl olmazdı. Bundan dolayı yüce Allah'ın kendi irade ve istediği şekilde davranmasını göstermesi ve onun bir eseri olarak irade sahibi varlıkları yaratması ve onları güzel irade ve isteklerine göre terakki ettirerek rahmetinden nimet içinde büyümeleri ve ondan faydalanmaları ve aksi takdirde ise kötü irade ve çalışmalarına göre nimetlerden mahrum etmekle, onları elem ve ceza ile cezalandırması, o iradelerin toplamının kendi iradesi ile uyum ve ahengini sağlaması ve onlara da rahmetinden bir pay vermesi hikmet gereği olurdu. İşte tabiata ait bir hikmetin değil, ilâhî bir hikmetin eseri olan bu mükemmellik gerçeğinden dolayı yüce Allah, Rahmân olmasından başka bir de Rahim olmakla vasıflanmış ve Rahmân oluşunun rahmeti kendisine ait iken Rahim olmasıyla rahmetinden irade sahiplerine de bir pay vermiştir. Ana kuşlar, Rahmân'ın bir eseri olan yaratılıştan var olan içgüdüleri ile yavrularının başında kanat çırpar, ahlâklı insanlar da Rahim olma etkisiyle hayır işleri üzerinde acıma ve şefkatle yarışırlar. Bitkilerin, hayvanların anatomisi ve uzuvlarının faydalarıyla ilgili ilimlerde Allah'ın Rahmân oluşunun nice inceliklerini görür, okuruz. Ahlâk ilminde, insanlık hayatının olgunluk sayfalarında, peygamberlerin, velilerin menkıbelerinde büyük insanların biyografilerinde de iradeyle ve çalışılarak kazanılan işlerde Rahîmiyetin etkilerini okuruz. Başlangıçta çalışana, çalışmayana bakmadan varlık âlemine göndermek ve o şekilde idare etmek Rahmân oluşun bir rahmetidir. Daha sonra çalışanlara çalıştıkları maksatlarını da ayrıca bağışlamak Rahîm oluşun bir rahmetidir. Demek ki; Rahmân oluşun rahmeti olmasaydı biz yaratılamazdık, yaratılıştan sahip olduğumuz sermayeden, Allah'ın bağışladığı zaruri yeteneklerden, en büyük nimetlerden mahrum kalırdık. Allah'ın Rahim oluşundan gelen rahmeti olmasaydı yaratılıştan var olan kabiliyet ve ilk yaratılış durumundan bir adım dahi ileri gidemezdik, nimetlerin inceliklerine eremezdik. Allah'ın Rahmân oluşu mutlak ümitsizliğe, genel ümitsizliğe imkan bırakmayan bir mutlak ümit, bir ezeli lütufdur. Allah'ın Rahim oluşu ise; özel ümitsizliğin cevabı ve özel emel ve maksatlarımızın, çabalama ve faaliyet göstermemizin zamanı ve sorumluluğumuzun mükafatı olan bir arzunun sebebidir. Demek ki, Allah'ın Rahmân oluşunun karşısında dünya ve ahiret, mümin ve kâfir eşit iken Rahim oluşunun karşısında bunlar açık bir farkla birbirinden ayrılıyorlar. Yani "Bir bölük cennette, bir bölük de ateştedir." (Şûrâ, 42/7) oluyor.
İşte dünya ve ahiretin Rahmân'ı ve ahiretin Rahîm'i, yahut mümin ve kâfirin Rahmân'ı, müminin Rahîm'i denilmesinin sebebi budur. Rahmetli Şeyh (Muhammed) Abduh'un lügatta bu mânâlara işaret yoktur zannetmesiyle eski alimlerin bu terimlerle gösterdikleri farkları ihmal etmesi doğru değildir. Çünkü "Rahmân" lügatte de Allah'a ait olan sıfatlardandır ve bir fiille bağlantısı yoktur. Ezelîlik (başlangıcı olmama) bildirir ve başlangıç noktasına bakar. Rahim'de ise bu özellik yoktur ve bir fiille bağlantısı vardır. Demek ki, zevalsizlikte geçerlidir. Rahmân'ın rahmeti, başlangıçta iyiliği dilemeye yönelik Allah'ın zatına ait bir sıfattır. Rahîm'in rahmetinin de sonunda iyilik yapmaya yönelik bir fiilî sıfat olarak kabul edilmesi en güzel görüştür. Şu halde Rahmân ile Rahim, rahmetin değişik birer mânâsını ihtiva etmekle birbirlerinden birer yön ile üstün olmuş oluyorlar. Demek ki Rahmân, Rahim sıfatları yalnız bir pekiştirme (te'kid) için tekrar edilmiş değildirler. Ve her birinin kendine mahsus özel bir mânâsı ve bir mübalağa yönü vardır. Bir taraftan Rahmân'ın rahmeti en üstündür. Çünkü her yaratılmışa izafe olur, diğer taraftan Rahîm'in rahmeti en üstündür. Çünkü öbüründen (Rahmân'dan) daha fazla fiilî bir feyiz ve bereketi içine almakta ve Allah'a vekaleten kullarında da bulunur. Bazı tefsirlerde de buna işaret edilerek Rahmân'ın rahmeti yüce nimetler, Rahim'in rahmeti ise nimetlerin incelikleri ile ilgilidir derler. Rahmân'ın kullanılışı özel, ilgi alanı ise geneldir. Rahîm'in kullanılış alanı genel, ilgi alanı ise özeldir ve işte yüce Allah böyle katmerlenmiş bir rahmet sıfatı ile vasıflanmıştır ve bunlar, insanlardan ümitsizlik duygusunu silmek ve onun yerine sonsuz bir iyimserlik duygusunu kurmak için yeterlidir. Genel bir şekilde istenen iman ve güven duygusunun ruhu da budur. Rahmân, Rahîm olan Allah'ı inkâr eden kâfir istediği kadar ümitsiz olsun, fakat müminin ümitsiz olması için hiçbir sebep yoktur. "Sonuç günahlardan sakınan müttakilerin olacaktır." (Kasas, 28/83). Ve besmeleden alınacak ilk ilâhî feyz bu sevinçtir.
BESMELE'NİN TERKİBİ: Besmele görünüşte bir izafet tamlaması ile iki sıfat tamlaması ve başında bir ilgi edatı ilişkisinden birleşmiş, bağımsız bir tam cümledir. Gerçekte ise bu bağlantının ifade ettiği hazfedilmiş ve (mukadder) sözün gelişinden anlaşılan tam bir bağlantı ile gayet kısa, öz ve açık anlamlı tam bir sözdür. " " bir izafet tamlaması, "" bir sıfat tamlaması, " " diğer bir sıfat tamlamasıdır. İsmin Allah'a izafeti, "lâm" veya "min" edatının gizli bulunduğu izafet olabilir ki, birincisinde "Allah'ın ismi", ikincide ise "Allah ismi" demek olur. Birincisinde sıfatlar izafetten önce; Rahmân ve Rahim sıfatları ile vasıflanan "yüce Allah'ın ismi ile" gibi veya izafetten (tamlamadan) sonra; "Yüce Allah'ın ismi ile ki o hem Rahmân hem Rahim sıfatları ile nitelenmiştir." gibi bir mânâ düşünülebilir. Fakat ikincide ( açıklama tamlamasında) "Allah" ismi tamlamadan önce sıfatlarıyla birlikte düşünülüp topluca bir isim gibi zikredildikten sonra isim kelimesini açıklamak için ona müzâfün ileyh (tamlayan) kılınmış olur. Ve bu şekilde zikretme durumunda sıfatlar yalnız lafzın sıfatı olarak zikredilmezler. Ancak irâbı anlatmaktan vazgeçerek ve zat isminin önemini iyice araştırmak için bir izafetin irâbı üç kelimeye dağıtılmış bulunur ki, buna zaruri irâb ismi verilir. (lâm)'ın gizli olduğu izafette "" başlangıç kabul edilir ve mânâ açısından mutlak (kayıtsız) kalır. (min) açıklama ifade eden izafette ise "" kendisinden sonra Rahmân ve Rahîm sıfatları, gelen "Allah" ismi ile açıklanmış olur. Tefsircilerin çoğu birincisini (lâm'ın gizli bulunduğu tamlamayı) tercih ediyorlar. Çünkü onda hem irâb açıktır hem de isimler ve sıfatların mânâsı bizzat kasdedilir. İsim kelimesinin mânâ açısından mutlak (kayıtsız) kalması da işaret yoluyla özel isim ile bağlanmış olur. Bazıları ise Lebid'in "... Gelecek yıla kadar, sonra selam ismi üzerinize olsun" mısraındaki "ismü's-selam" gibi açıklama ifade eden izafeti tercih etmişlerdir. Çünkü mevlid sahibi (Süleyman Çelebi) "Allah adı" derken bunu göz önünde bulundurmuştur. Bundan anlaşılır ki, besmelede " " izafet tamlamasını söyleyenin maksadına göre "Allah'ın ismi" veya "Allah ismi" mânâlarından her birine uygun düşecek şekilde bunlardan biri ile terceme edildiği zaman bu çok mânâlı olması ortadan kalkmaz. Allah özel ismi ve "Rahmân" özel sıfatının da tercemelerinin -değiştirmek ve bozmak olacağından mümkün olmadığını göstermiş idik.
İşte iki sıfat ilgisi ile bir tamlama ilgisinden oluşan terkibi başındaki " = b" edatı ile dolaylı bir nesne veya bir hal meydana getirip gizli bir fiil cümlesinin failine bağlanarak tam ve tafsilatlı bir sözün beliğ (düzgün ve sanatlı söz) ve kısaltılmışı olmuştur. Burada hazf edilmiş (gizlenmiş) olan fiil besmele çeken kimsenin teşebbüs edeceği okurum, yazarım, yerim, içerim, kalkarım, otururum, başlarım v.s. gibi bir fiildir. Herhangi bir kimse başlamak üzere olduğu maksadını kalbinde gizleyerek besmeleyi çeker ve Allah'ın ismini işinin başına ara vermeden yapıştırabilir. İşte bu genel faydayı temin etmek için cümlenin iki unsuru olan fiil ve fâil hazf edilmişlerdir. Bu hazf etmeye delâlet eden ipucu " = bi"dir. Konuşan şahsın, durumuna ve yerine göre hazf edilen fiil ve faili belirlemek için ipucu olur. Böyle hazifler Arapça'da çok olduğu gibi dilimizde de vardır. Mesela misafiri uğurlarken "devletle, selametle"; "devlet ve selametle", "şerefle" gibi ve iyi bir gelecek dileyen sözlerle yahut "uğurlar olsun" deriz ki, "gidiniz" fiilini kalbimizde gizleyerek bir kelimeden bile tam ve düzgün bir cümle yaparız ve kendisine hitab ettiğimiz kimse de bunu açıkça anlar. Bunların diğer fiillerde de benzerleri çoktur: "Falan adına", "falan şerefine" ki "yapıyorum", "yiyorum" demek olduğu gibi, aynı şekilde "sıhhat ve afiyetle yiyiniz" demektir.. v.s. İşte besmele de bunlara benzer. Fakat burada hazf edilmiş fiil, besmelenin sonunda var sayılmalıdır. Yani " = bi" bağlı bulunduğu fiilden önce gelmiştir. Gerçi Arapça'da Türkçe'nin tam tersine sözü tamlayan kelimelerin sonradan gelmesi gerekir. "...Rabbinin adıyla oku." (Alâk, 96/1) gibi. Fakat cümlenin son kısmında gelmesi gereken tamamlayıcı unsurları cümlenin baş tarafına getirmek bir önem ve özellik ifade eder. Gerçekten 'deki emir aslında okumaya yönelik olduğu için, cümledeki en önemli unsur okumak iken 'de en önemli olan husus, Allah'ın ismini okumak v.s. gibi hususları, girişilecek işten önce zikretmektir. Ve işte bu öne alma, yardımın yalnızca Allah'tan dileneceğini belirtmek ve mânâyı yalnızca ona ait kılmak içindir. Çünkü bilindiği gibi her millet en önemli işine, büyüklüğüne inandığı bir isim ile başlar. Arap müşrikleri de sözlerine veya işlerine "Lât'ın ismi ile", "Uzzâ'nın ismi ile" gibi putlarından birinin ismi ile başlarlardı. İnsanlar arasındaki alış veriş ve diğer işlerde, özellikle açılış törenlerinde ve özel programlarda "falancanın adına, falanın şerefine" gibi bunun değişik örneklerini görürüz. İşte besmelede fiilin cümlenin sonuna bırakılmasıyla Allah'ın isminin öne alınması bütün bunları red etmekle, başlamayı yalnız Allah'ın ismine tahsis etmek içindir ki, "Ne kendim ve ne başkası yani akla gelebilen hiçbir isim ile değil ancak yüce Allah'ın ismi ile şu işime başlarım, başlıyorum." demektir. Bundan dolayı besmele bu şekilde bir de tevhid mânâsını içermiştir. Türkçe açısından ise cümlenin tali unsurlarının fiilden önce ve fiilin tabiî olarak cümle sonunda gelmesi gerekli olduğundan tahsisi anlatma şekli değişir ve "başlarım Allah'ın ismi ile" demek gerekir. Bu anlatım tarzında ise anlatma fiilinin gerçek fiil ile beraber olması temin edilmemiş olur. O halde "Allah'ın ismi iledir ki, başlarım, okurum, kalkarım, giderim." gibi bir anlatım tarzı takdir edilebilirse cümleden bu beraberlik anlaşılır. Fakat hazf edilen fiilin "der ki başlarım" şeklinde olduğuna dilimizce ipucu bulmak zordur. Zikir halinde kısaltmadan anlaşılan bütün faydalar ortadan kaldırılmış ve bayağı bir söz söylenmiş olur.
Bu açıklamadan sonra da besmelenin dilimize göre mümkün farz edilebilecek tercemesi şu şekillerden biri olması gerekir:
1- Çok merhamet edici bir Rahmân olan Allah'ın ismi ile, (lâm mânâsına olan tamlama)
2- Rahmân, Rahim olan Allah'ın ismi ile (lâm mânâsına olan tamlama)
3- Rahmân-ı Rahîm olan Allah ismi ile (yahut adı ile açıklama tamlaması )
4- Rahmân Rahim olan Allah adına.
Fakat ilk bakışta bu dört şeklin her birindeki "olan" sıfat bağlacı, yanlış bir anlamaya yol açıyor. Çünkü "olmak" fiili dilimizde hem var olma, hem de durumun değişmesi mânâlarında ortak olarak kullanıldığından dolayı; önceden değil imiş de sonradan Rahmân-ı Rahim olmuş, sonradan meydana gelmiş gibi bir mânâyı ifade edebilir. Olan yerine bulunan kelimesini de bağlaç olarak kullanmak iyi olmuyor. Bundan dolayı bu bağlacın düşürülmesi ile;
5- "Rahmân, Rahim, Allah'ın ismi ile, veya;
6- Rahmân, Rahim Allah ismi ile" demek daha doğru olacaktır. Bunda da Allah zat isminin en önemli olan öne alınmasına riayet edilmemiş ve neticede araya giren fiil ile rahmetin arası açılmış olur. Bundan dolayı Allah ismini sıfatları ile beraber bir isim gibi anlatarak;
7- Allah-i rahmân-i rahim ismi ile, veya;
8- Allah-i rahmân-i rahîm'in ismi ile, denilirse doğrudan Allah ismi başlangıç yapılmış olacak ve bununla beraber rahmet bağlantısı yine temin edilemeyecektir. Bunu "Allah, rahmân, rahim ismi ile" şeklinde söylemek dilimize göre hepsinden akıcı olacak ise de; bunda da bir teslis şüphesi akla gelebilir. Gerçi ismi ile denilip, isimleri ile denilmemesi bu şüpheyi ortadan kaldırmak için yeterlidir. Ve aynı zamanda isimlerin ve sıfatların birden çok olması zatın birliğine engel değil ise de böyle teker teker saymak şeklinde üç ismin birer zat ismi gibi düşünülmesi hemen akla geleceğinden bunları sıfat "i"si ile birbirine bağlayarak bir kelime gibi okumak daha güvenli olacaktır. Fakat bunda da terkiplerin birbiri ardında gelmeleri kuşkusundan kurtulamayacağız.
O halde ne tek tek kelimelerini ve ne de terkiplerini tam olarak terceme etme mümkün olmayan ve hele belağat yönlerini, beyan ahengini nakletmek hiçbir şekilde mümkün olmayan, dudaktan başlayıp bütün karnı dolaştıktan sonra yine dudakta sona eren harflerinin tatlı düzeni bile başlı başına mükemmel ve eşsiz olan ve bununla beraber her müslümanın ve her Türk'ün çok iyi bildiği ve az çok anladığı bir vecize anlamı bulunan besmeleyi bir "ile" veya "adıyla" ifade tarzı hatırı için terceme etmeye kalkışmayıp, her zaman aslına göre söylemek ve bu gibi açıklamalar ve tefsirlerle de mânâsını düşünmeye çalışmak kaçınılmaz bir iştir. Bundan dolayı her şeyin anahtarı ve bir tevhid (Allah'ın birliğinin) âyeti olan " " kıymetli ve ahenkli sözünü, Allah'ın birliğine inanan kimseyi müşrik durumuna düşürecek olan mânâsını andıran "esirgeyici bağışlayıcı tanrı adıyla" gibi beğenilmeyen tercemelerle bozmaya özenmekten sakınmaya mecburuz.
BESMELE'NİN YÜCE TEFSİRİ: Anladık ki besmeledeki kelimelerin sıralanışında en fazla etkili olan nokta baştaki " = bâ" harfidir. "Ba" harfi sayesinde biz Allah'ın ismine ulaşırız. Bütün varlıkların ve varlıkların gelişmesinin ilk başlangıç noktası ve tek isteği olan "Allah-i rahmân-ı rahîm"in ismini; kalbimizde niyet ettiğimiz ve henüz meydana gelmesini görmediğimiz, yapmayı kasdettiğimiz işimize bağlayarak kelimeleri kısa, mânâsı dünyayı kaplayan bir özlü söz söyleyebilmemize vesile olan ancak bu " = bâ"dır. İşimizde istediğimizi yapmakta ne kadar serbest olursak olalım, yaptığımız şeylerin tam sebebi olmadığımız bir gerçektir. Çünkü bizim isteklerimiz, varlık zincirinin kesin bir ilk sınırı değildir, onun akışı içinde bir değişme anıdır. Ve bunun için biz bütün iradelerimizin istek ve dileklerimizin aksamadan ve sıkıntısız meydana geldiğini görmüyoruz. Demek ki başarılarımız, herşeyin ilk sebebi ile isteklerimiz arasındaki münasebetin bereketine bağlıdır ki, bu bereket başlangıçta Rahmân'a ait, sonunda Rahim'e aittir. Biz ister bilelim, ister bilmeyelim kâinatta bu oran, bu ciddiyet, bu ilişki, bu bağlantı bütünlük arzeden genel bir kanundur ve eşyanın varolması, bu kanunun meydana çıkmasıdır. İşte besmele " =bâ"sı ile bizde bu kanunu anlaşılır hale getiren bir sözlü etkendir. Bu hiss parıltısından kastedilen en son hedef bu varoluş noktasıdır. Bu açıdan bes
NAMAZ ne kadar kıymettar ve mühim, hem ne kadar ucuz ve az bir masrafla kazanılır; hem namazsız adam ne kadar divane ve zararlı olduğunu iki kere iki dört eder derecesinde kat'î anlamak istersen, şu temsilî hikâyeciğe bak, gör:
Bir zaman, bir büyük hâkim, iki hizmetkârını, herbirisine yirmi dört altın verip, iki ay uzaklıkta has ve güzel bir çiftliğine ikamet etmek için gönderiyor. Ve onlara emreder ki: "Şu para ile yol ve bilet masrafı yapınız. Hem oradaki meskeninize lâzım bazı şeyleri mübayaa ediniz. Bir günlük mesafede bir istasyon vardır. Hem araba, hem gemi, hem şimendifer, hem tayyare bulunur. Sermayeyegöre binilir."
İki hizmetkâr, ders aldıktan sonra giderler. Birisi bahtiyar idi ki, istasyona kadar bir parça para masraf eder. Fakat o masraf içinde, efendisinin hoşuna gidecek öyle güzel bir ticaret elde eder ki, sermayesi birden bine çıkar. Öteki hizmetkâr bedbaht, serseri olduğundan, istasyona kadar yirmi üç altınını sarf eder. Kumara mumara verip zayi eder. Birtek altını kalır. Arkadaşı ona der:
"Yahu, şu liranı bir bilete ver, ta bu uzun yolda yayan ve aç kalmayasın. Hem bizim efendimiz kerîmdir; belki merhamet eder, ettiğin kusuru affeder. Seni de tayyareye bindirirler; bir günde mahall-i ikametimize gideriz. Yoksa, iki aylık bir çölde aç, yayan, yalnız gitmeye mecbur olursun."
Acaba şu adam inat edip, o tek lirasını bir define anahtarı hükmünde olan bir bilete vermeyip muvakkat bir lezzet için sefahete sarf etse, gayet akılsız, zararlı, bedbaht olduğunu en akılsız adam dahi anlamaz mı?
İşte ey namazsız adam! Ve ey namazdan hotlanmayan nefsim!
O hâkim ise, Rabbimiz, Hâlıkımızdır. O iki hizmetkâr yolcu ise: Biri mütedeyyin, namazını şevkle kılar; diğeri gafil, namazsız insanlardır. O yirmi dört altın ise, yirmi dört saat her günde ki ömürdür. O has çiftlik ise Cennettir. O istasyon ise kabirdir. O seyahat ise kabre, hatre, ebede gidecek beşer yolculuğudur. Amele göre, takvâ kuvvetine göre, o uzun yolu mütefâvit derecede kat ederler. Bir kısım ehl-i takvâ berk gibi, bin senelik yolu bir günde keser. Bir kısmı da hayal gibi, elli bin senelik bir mesafeyi bir günde kat eder. Kur'ân-ı Azîmüşşan şu hakikate iki âyetiyle işaret eder. O bilet ise namazdır. Bir tek saat, beş vakit namaza abdestle kâfi gelir. Acaba yirmi üç saatini şu kısacık hayat-ı dünyeviyeye sarf eden ve o uzun hayat-ı ebediyeye bir tek saatini sarf etmeyen, ne kadar zarar eder, ne kadar nefsine zulmeder, ne kadar hilâf-ı akıl hareket eder! Zira, bin adamın iştirak ettiği bir piyango kumarına yarı malını vermek akıl kabul ederse-halbuki kazanç ihtimali binde birdir-sonra yirmi dörtten bir malını, yüzde doksan dokuz ihtimalle kazancı musaddak bir hazine-i ebediyeye vermemek ne kadar hilâf-ı akıl ve hikmet hareket ettiğini, ne kadar akıldan uzak düştüğünü, kendini âkıl zanneden adam anlamaz mı?
Halbuki namazda ruhun ve kalbin ve aklın büyük bir rahatı vardır. Hem cisme de o kadar ağır bir iş değildir. Hem namaz kılanın diğer mübah dünyevî amelleri, güzel bir niyetle ibadet hükmünü alır. Bu surette bütün sermaye-i ömrünü âhirete mal edebilir; fani ömrünü bir cihette ibka eder

"Aziz kardeşlerim, siz kat'î biliniz ki: Risale-i Nur ve şakirdlerinin meşgul oldukları vazife, rûy-i zemindeki bütün muazzam mesailden daha büyüktür. Onun için dünyevî merak-aver mes'elelere bakıp, vazife-i bâkiyenizde fütur getirmeyiniz. Meyve'nin Dördüncü Mes'elesini çok defa okuyunuz, kuvve-i maneviyeniz kırılmasın.
(...)
Elhasıl: ...Ehl-i dalalet, muvakkat hayata karşı mücadele ediyorlar. Bizler, ölüme karşı nur-u Kur'an ile cidaldeyiz. Onların en büyük mes'elesi -muvakkat olduğu için-, bizim mes'elemizin en küçüğüne -bekaya baktığı için- mukabil gelmiyor. Madem onlar divanelikleriyle bizim muazzam mes'elelerimize tenezzül edip karışmıyorlar; biz, neden kudsî vazifemizin zararına onların küçük mes'elelerini merakla takib ediyoruz."

28 Şubat 2011 Pazartesi

Kimileri Rahat Yatar Yatakta...Kimileri İçin Ölüm Atakta...Ey İnsan Ne Kadar Gökte Görürsen Gör Kendini Bedenin Hala Batakta...[

           
  1. “Bizim
    4:10 Yaklaşık 7 ay önce eklendi
    dinimiz” dediğimiz İslam tüm insanlığa hitap etmekte ve tüm varoluşu tanımlamaktadır. İslam varlığın estetik kodlarıyla barışık yaşamanın adıdır. “Biz” diye bildiklerimiz de “başkaları” diye ötelediklerimiz de İslam’a sahip olmakla değil İslam’a tâbi olmakla yükümlüdür. İslam, bize ait değil, “bizim dinimiz” değil; biz İslam’a aidiz.
  2. Takva sahibi olmak, Allah’a daha yakın olmaktır. Allah’a yakınlığı ancak Allah bilir ve Allah ölçer. O yakınlığın bir rengi ve tonu yoktur. Kimse kendisini başkalarına göre “koyu” Müslüman, bir başkasını da kendisine göre “light” ya da “ılımlı” sayamaz. Hele de dinde daha “ileri” olan biri “geride” kaldığını düşündüğü birilerini aşağılayamaz. Kılık kıyafetiyle, zikri ve tarikatıyla, camiye gidiş sıklığı ve Kur’ân’dan daha çok sayfa okumakla kendini “daha muttaki” bilenler, daha az “takva” bildiklerine tepeden bakamaz. Çünkü, Allah’la olmak, Allah’ı yanına çekip başkaları üzerinde Allah adına otorite kullanmak değildir. Allah’a daha yakın olan, Allah’a muhatap olmanın sorumluluğuyla daha çok titrer. Sapma tehlikesini daha yakınlarında bilerek daha çok duyarlılık yüklenir, daha çok tövbe etme ihtiyacı duyar. Daha çok sevildiğini bilerek, o sevgiyi yitirme mahcubiyetini daha çok taşır. Başkalarından önce kendine çekidüzen verir. Kendi hatalarını sayıp dökmekten hatalarından dolayı başkalarına sövüp saymaya fırsat bulmaz. Kendi ayıplarını bilmenin mahcubiyetiyle başkalarını kınamaya yüzü kalmaz. Daha az günahkâr olan daha çok günahkâr olana düşman olmaz. Aksine o günaha kendisinin de sapabileceğini hatırlar, günahtan korkar, günahkâra acır. Günahkârın günahına bakıp kendisini temize çıkarmaya kalkmaz. Kendini günahtan uzak tuttuğu için gururlanmak yerine sadece Rabbine şükreder. “Ben çarşaflıyım sen değilsin” çarşafından ayrıcalık çıkarmaz. “Ben namaz kılıyorum, sen bara gidiyorsun ama...” türü dışlamalara prim vermez.
  3. İslam ilk insanla başlamıştır. İslam, her insanla yeniden başlar. Her insan, İslam’a teslim olma borçludur. Teslimiyet borcunu tam olarak ödeyip alacaklı duruma geçmiş biri de olmadı henüz. Hazreti Peygamber (asm) bile “Sana hakkıyla şükredemedik…” diyerek hakkını hakkını veremediğini belirtir. Öyleyse, kendini doğuştan “Müslüman” bilen bizlerin Müslümanlığımıza bir mirasmış gibi yaslanıp “başkaları”na üstünlük taslama hakkı yok. Tam da bu yüzden, “Allah indinde din İslam’dır” mealindeki ayete “Allah indinde ben ne kadar Müslümanım?” diye kendimizi sorgulayacak bir sorumlulukla muhatap oluruz. “Allah indinde din İslam’dır” ayetini “Allah indinde sadece Müslümanlar makbuldür; o da biziz!” diye anlarsak, ayetin anlamını ıskalarız, teslim olma sorumluluğunu üzerimizden atarız. Hıristiyan diye bildiğim adamın Allah indindeki makbuliyetini sorgulamaktan daha öncelikli olan, Müslüman diye bildiğim benim Allah indindeki makbuliyetimi sorgulamaktır. Önceliğimi böyle bilirsem, Allah indinde adam olmak için umutlanırım. Öbür türlüsü kendime başkalarının hataları üzerinden erdem biçmeye kalkmaktır ki, baştan adam olmanın yolunu kendime kapatırım.
  4. Kur’ân “bizim” diye kendi kültürümüze hapsedeceğimiz, ulusal kimliğimizin etiketi, kişisel anlayışlarımızın kalkanı yapacağımız nostaljik bir hatıra değildir. Kur’ân, Yaratıcı’nın tüm insanlığa hitabıdır. İnsanlığın ortak paydasıdır. Vahiy, müslümanların tarafını tutmaz. Müslümanları daha çok sözlerine tâbi olmaya çağırır. Hitabı “insanlık ailesi”nedir: “Yâ eyyühennâs…” “Yâ eyyühe’l insan…” Hitabı “iman etme çabası içinde olan herkes”e yöneliktir. “Yâ eyyühellezîne âmenu…/ey iman edenler…” şeklindeki hitapları, kendilerini mümin bilenleri onaylamak için değil, o onayı hak edecek iman etme eyleminin hakkını vermeye çağrıdır. Kur’ân “bizim kitabımız” diye yanımıza çekerek başkaları karşısında kullanacağımız bir koz değil, başkalarından çok biz muhataplarını anlama, kavrama, yaşama sorumluluğuyla borçlandırır. Kur’ân’dan üstünlük alacaklı değiliz; Kur’ân’a sorumluluk borçluyuz. Kitab’a yaslanmamız, Kitab’la uslanmamız gerekir. Kitab’ına uydurmak değil, Kitab’a uymak beklenir Müslümanlardan.
  5. İnsan gibidir Kur’ân; kendisine ne kadar ilgi gösterilirse o da o kadar ilgi gösterir. Ne kadar ciddiye alınırsa, o kadar derinden söyler sözlerini. “Bizim kitabımız” diyerek kendilerini Kur’ân’ın muhatabı sayan bizler, Kur’ân’a başkalarından daha çok ilgi borçluyuz. Kur’ân üzerinden kendine ayrıcalıklar biçmeler, üstünlükler devşirmeler Müslüman’ın işi değil. Müslüman’a düşen Kitab’ın hakkını vermektir; Kitab üzerinden hak talep etmek değil. Hal böyle olunca, “Hıristiyanlar ve Yahudiler kendi kitaplarını tahrif etmişler” gerekçesinin ardına saklanıp ona buna “diyalogcu” demelerle kendimizi temize çıkarmak boş iş… Artık ayetleri aklımızca tasnif etmeyi bırakmalı, aklımızı ayetlere vurup aklımızı dönüştürmeye bakmalıyız.
  6. İmanın şartları arasında Tevrat’a ve İncil’e de iman etmek vardır. “Kitaplara iman etmek” İncil’e ve Tevrat’a inanmayı içerir. Peygamberlere iman etmek, İsa Aleyhisselam’ı da Mûsa Aleyhisselam’ı da “bizim peygamberimiz” bilmek demeye gelir. Kim demiş “onlar başkalarının Peygamberi” diye. Hiç olmazsa, “Bizim Kitabımız”da bu iki peygamberin sözünün sözümüz edildiğini bilelim de susalım.. İncil de, Tevrat da, İncil’in ve Tevrat’ın takipçileri de bir şekilde bir yerde bir gerçeği dillendiriyorsa, o gerçeğe sırt dönmek, yok saymak, dudak bükmek insanlığa sığar mı? İnsanlığa sığmayan Müslümanlığa sığar mı?
  7. İslam, kimin elinde olursa olsun doğru ve güzel olana taraftar olma duyarlılığıdır. Müslüman bir ülkede yaşamaya dayanıp, Müslüman bir ebeveynden doğmaya yaslanıp İslam’ı kendi taraftarımız eylemek, çantada keklik görmek değildir. Çin’de de olsa, Çince de söylense, “kitapsız” bir Çinli’nin dudağından dökülüyor da olsa, hikmet yitiğimizdir. Bulunduğu yerde görüp almak, başımıza taç etmek İslam’ın şartıdır. Çirkin ve batıl söz, şeyhimizin dudağında da olsa, zulüm ve aşağılama kardeşimizin elinden de gelse, karşısındayız, “münker”imizdir, bize ait değildir. “Biz Müslümanız, haklıyız; onlar Hıristiyan, Yahudi ve kâfir; haksızlar” kolaycılığı daha konforlu geliyor olabilir ama işe yaramaz. Bu yaklaşım İslam’ı sadece “Müslüman taraftarlığı” olarak tarif eder; kimseyi hakkıyla İslam etmez.
  8. Gariptir ki, ülkemizde “misyonerlik”e açıkça ve topluca tepki gösterirken, ahlaksızlığa ve dinsizliğe karşı pek suskunuzdur. Çünkü “misyonerler” “bizim dinimiz”e karşı “kendi dinlerini” takdim ederler. Türklere ait olmayan bir dinin propagandası “kanımıza dokunur.” Ama Türkleştirildiği için tüm “millî”ler ahlaksızlık da olsa benimsenebilir. Meselâ, “millî” ise “piyango”ya ses çıkmaz, “millî içki” olduğu sürece rakıya laf edilmez. Mesele hakikatin izinden yürümekse, “bize ait olan” ve “bize ait olmayan” diye bir ayırım yoktur. Hakikat bize ait değil, biz hakikate ait olmalıyız. Kaldı ki Hıristiyan misyonerinin bize Hz. İsa’yı ve Hz. Meryem’i daha iyi anlatması mümkün müdür ki? “Biz” bir Müslüman olarak İsa Aleyhisselam’a misyonerden daha çok tâbi değil miyiz? Hazreti Meryem’i nice papaz ve rahipten daha iyi ve net tanıyor değil miyiz? Kur’ân’da Peygamberimiz Muhammed Mustafa (asm) annesi hakkında tek bir kelime yokken, İsa Aleyhisselam’ın annesi hakkında tek başına sûre var değil midir? Herkese ve her millete ait olan İslam’ı “millî”leştirirsek, işte o zaman misyonerlerin düştüğü hataya düşeriz; Hıristiyanlaşırız, Yahudileşiriz. Hıristiyanlardan çekineceğimize Hıristiyanlaşmaktan çekinmeli değil miydik? Yahudilerin hepsini insafsızca lanetli ilan edene kadar içimizdeki Yahudileşme eğilimine karşı canla başla direnmeli değil miyiz?
  9. “Onlar kitaplarını tahrif etmiş, biz öyle bir şey yapmadık ki…” diyerek, Kur’ân’ın tarifiyle “Ehl-i Kitab” olan Hıristiyan ve Yahudileri hepten kâfir edip kendimizi hepten aklamak yok İslam’da. Tamam; “Tevrat ve İncil ile Yahudi ve Hıristiyanlar arasında "tahrif" ilişkisi var. Onlar Kitab'ı tahrif ettiler. Muharref bir Kitab'a inanmaya tepki gösteriyoruz Müslümanlar olarak. Haklıyız elbette. Ancak, Kur'ân ile Müslümanlar arasındaki ilişkiyi tarif eden "tehcir"e de aynı derecede tepki göstermemiz gerekmez mi? Kur'ân'ın tarifiyle (25/30) Müslümanlar da Kitab'ı “mehcur” etmiştir. Yani Kitab'a “son kullanma tarihi geçmiş, miadı dolmuş, tedavülden kalkmış kalp para” muamelesi yapmaktadırlar. Kitab'ı tahrif etmeye gösterdiğimiz tepkinin hiç olmazsa onda birini tehcir etmeye göstermemiz gerekmez mi? Üstelik tahrif başkalarının cürmü tehcir bizim cürmümüzdür. Müslüman’a kendi kusurunu başkalarından daha büyük bilmek düşüyor değil mi?
  10. “Emr-i bi’lmaruf, nehy-i ani’lmünker” doğru bildiğimizi başkalarına emretmek, yanlış bildiğimizi başkalarına yasaklamak değildir. Bildiğimiz doğru ve yanlışlar önce kendi yakamıza yapışmamızı gerektirir. “Ben ne kadar doğruyu yaşıyorum?” diye kendini sorgulatır. Başkalarına doğruyu “emretme”nin en doğru, en sahici ve en etkili yolu, kendine doğruyu emretmektir, kendi nefsinde doğruyu yaşamaktır. “Emr-i bi’lmaruf, nehy-i ani’lmünker” başkalarına jandarma yapmaz bizi. Yoksa, merhemini başına sürmeyen kel gibi çaresiz ve komik oluruz. Bir kişiden “kendi maruf”u bildiği bir işi yapması istenir ancak. Namaz kılmayı kendine “maruf” yani “güzel bir borç” bilmiyorsa kişi, ona namazı emretmek sadece zorlama olur. “Emretmek” demek, ona namazın güzelliğini anlatacak zarafeti kuşanmaktır. Namazı “emretmek”, namaz kılan biri olarak namazımızla başkalarına örnek olmakla başlar. Namazı başkalarına emreden daha çok kendine namaz kıldırır, kendini namazla daha çok adam kılar. Namaz kılmayandan daha çok secde eder. Başkalarını uyarırken, kendi kıyafetine, kendi anlayışına, kendi cemaatine, kendinden yana olmaya çağırmaz insanı, Rabbine çağırır. Hakikati anlatmanın karşılığında kendine taraftarlık ücreti istemez. Çok iyi bilir ki Rabbi “ücret istemeyenlere tâbi ol”maya çağırır insanları.
  11. Bu vesileyle, Kur’ân’ın “kötüler”den söz ederken de, “kötüler”in kötülükleriyle meşgul olmaya değil, kötüler karşısında da iyi olmaya, kötülüklerden uzak durmaya çağırdığını hatırlamak gerek. Örneğin, Musa ve Harun Aleyhimüsselâm’ı “azgın” Firavun karşısında “yumuşak sözlü” olmaya çağırırken, kendi elçilerine sorumluluk yükler. Firavun üzerinden Mûsa’ca (as) duruşu öğretir bize. Bu durumda, Elçi’lerin izinden yürüdüğünü söyleyen “bizler”i de Firavun’un nasıl bir adam olduğu değil Firavun karşısında nasıl bir adam olunacağı ilgilendirir. Mevlana’nın hatırlatmasıyla, başkası şarap içmiş olabilir ama bizim sarhoşa sarhoşça davranmayacak bir ayıklık içinde olmamız gerekir. Yoksa şarabı başkası içer, biz sarhoş oluruz; değil mi?
  12. Haddimi biliyorum. Yazdıklarımda hata olabileceğini kabul ediyorum. Eksik anlatmış, yanlış anlaşılacak şekilde yazmış olabilirim ama yerleşik sloganların düşünce yerine koyulmasına da karşıyım. Haddimi bildirmeye kalkanların da haddini bilmiş olmasını diliyorum. Bunları İslam’dan ayrıcalık elde etmiş biri olarak değil, İslam’a teslimiyet borcumu ödemek niyetiyle yazıyorum. Bu hatırlatmaları, Kur’ân’ı taraftarım eylemek için değil, Kur’ân’a talebe olmak için yapıyorum.

25 Şubat 2011 Cuma

Erzurumlu İbrahim Hakkı | yorumlar fotoğraflar videolar | okumasitesi

Erzurumlu İbrahim Hakkı yorumlar fotoğraflar videolar okumasitesi

Dünyada işlenmesi güç üç şey vardır: Elmas, çelik ve insan ruhu

İnanmak, hakikati olduğu gibi tanıma, sevmek ise bu bilginin hayata geçirilmesi demektir. İnanmayanlar mutlak hakikati ne bulabilir ne de bilebilirler. Onların inandım demeleri iç dünyalarıyla bir zıtlaşma, buldum demeleri de bir mugalatadır. Aslında inanmayanlar tâlihsiz, sevmeyenler de cansız cesetlerdir. İnanma en önemli bir aksiyon kaynağı ve ruhun bütün varlığı kucaklaması ve tabiatı kuşatması ise, muhabbet de gerçek insani düşüncenin en esaslı unsuru ve lâhûtî bir buududur. Bu itibarladır ki, önümüzdeki yıllarda, dini ve milli kültürümüzün fidelerini dikme ve yetiştirme misyonunu yüklenenler, evvelâ inanç mihrabına yönelmeli, sonra da sevgi minberine yürüyüp, muhabbet soluklarını dünyanın her tarafına duyurmaya çalışmalıdırlar. Bunu yaparken de müessiriyetlerini, ahlâk ve fazilet anlayışlarının derinliklerinde aramalıdırlar.

İmam-ı Beyheki Delail kitabında şöyle rivayet eder:
"Eshab-ı kiramdan İmran bin Husayn (Radıyallahü anh), şefaatle ilgili bazı hadisler nakleder. Oradakilerden biri der ki:
- Siz hadisler bildiriyorsunuz, fakat biz bunlarla ilgili Kur’anda bir şey bulamıyoruz.
İmran bin Husayn hazretleri buyurur ki:
- Sen Kur’anı okudun mu?
- Evet.
- Kur’anda sabah namazının farzının iki, akşamınkinin üç, öğle, ikindi ve yatsının farzının ise dört rekat olduğuna rastladın mı?
- Hayır.
- Peki bunları kimden öğrendiniz? Bizden [Eshab-ı kiramdan] öğrenmediniz mi? Biz de Resulullahtan öğrenmedik mi? Peki Kur’anda kırk koyunda bir koyun, şu kadar devede şu kadar, şu kadar paraya şu kadar dirhem zekat düştüğüne rastladın mı?
- Hayır.
- Öyleyse bunları kimden öğrendiniz? Bizden öğrenmediniz mi? Biz de Resulullahtan öğrenmedik mi? Hac suresinde (Eski evi [Kabe’yi] tavaf etsinler) âyetini okumadınız mı? Peki orada Kabe’yi yedi defa tavaf edin diye bir ifadeye rastladınız mı?
- Hayır.
- Allahü teâlânın Kur’anda şöyle buyurduğunu duymadınız mı? (Peygamber size neyi verdiyse onu alın, size neyi yasakladıysa da ondan kaçının.) [Haşr 7]
Hz. İmran daha sonra buyurur ki: Sizin bilmediğiniz bizim Resulullahtan öğrendiğimiz daha çok şey vardır."
Bir âyet-i kerime meali: (Size, âyetlerimizi okuyacak, sizi her kötülükten arıtacak, size kitabı ve hikmeti öğretecek ve bilmediklerinizi bildirecek aranızdan, bir resul gönderdik.) [Bekara 151]
İmam-ı Şafii hazretleri, (Bu âyetteki hikmetten maksat, Resulullahın sünnetidir. Önce Kur’an zikredilmiş, peşinden hikmet bildirilmiştir) buyuruyor.
Kur’an-ı kerim açıklamasız öğrenilseydi, Peygamber efendimize, (tebliğ et yeter) denilirdi, ayrıca (açıkla) denmezdi. Halbuki, açıklanması da emredilmiştir. İki ayet meali şöyledir:
(Kur’anı insanlara açıklayasın diye sana indirdik.) [Nahl 44]
(Biz bu Kitabı, hakkında ihtilafa düştükleri şeyi insanlara açıklayasın ve iman eden bir kavme de hidayet ve rahmet olsun diye sana indirdik.) [Nahl 64]
Bu âyet-i kerimeler, açıklamayı gerektiren âyetlerin bulunduğunu gösterdiği gibi, bunu açıklamaya Resulullah efendimizin yetkisi olduğunu da göstermektedir. Kur’an-ı kerimde her bilgi açık değildir. Peygamber efendimiz bunları vahiy ile öğrenmiş ve ümmetine bildirmiştir. İki hadis-i şerif meali de şöyledir:
(Bana Kur’anın misli kadar daha hüküm verildi.) [İ. Ahmed]
(Cebrail aleyhisselam, Kur’an ile beraber açıklaması olan sünneti de getirdi.) [Darimi]
İmam-ı Şarani diyor ki:
Ma'lûmdur ki, Sünnet Kitâb üzere kaziyedir. Aksi değildir. Zira sünnet, Kur'ân-ı kerîmdeki icmallerin açıklanmasıdır. Müctehid imamlar, sünnetteki icmalleri bize açıklıyan âlimler olduğu gibi, onlara uyan âlimler de, onların sözlerindeki icmalleri bize açıklarlar ve bu kıyamete kadar böyle devam eder.Üstadım Aliyyülhavas'dan (rahimehullah) duydum. Buyurdu: Sünnet bize Kur'ândaki icmalleri bildirmeseydi, âlimlerden hiçbiri, fıkıhdaki sular ve abdest bahislerindeki hükümleri çıkaramaz, sabah namazının farzının iki, öğle, ikindi ve yatsının farzlarının dört, akşam namazının farzının üç olduğunu, bilemezdi. Aynı şekilde hiçbir kimse kıbleye dönüldükte yapılan düâda, iftitahda ne söyleneceğini bilemezdi. Tekbîrin nasıl olduğunu, rükû' ve sücûd tesbihlerini, ta'dili erkânı, teşehhüde oturdukta ne okunacağını bilemezdi. Aynı şekilde bayram namazlarının nasıl kılınacağını, ay ve güneş tutulması namazlarını, cenaze, yağmur duası namazları gibi daha çok şeyleri kimse bilemezdi. Bunun gibi, zekâtın nisabını, orucun ve haccın şartlarını, alış veriş, nikâh, yaralama, kadılık ve fıkhın diğer bâblarının hüküm ve esaslarını bilen olmazdı. İmrân bin Husayn'e bir kimse, bizimle yalnız Kur'ânla konuş dedikte, İmrân ona: (Sen tam ahmaksın. Kur'ân-ı kerîmde farzların rek'atlarının sayısı açık olarak var mı? Yahud bunda sesli okuyun, diğerinde sessiz deniyor mu?) buyurdu. O kimse hayır dedi. İmrân bu sözü ile onu susturdu.Yine Beyhakî Sünen'inde Müsâfir namazı bölümünde, hazreti Ömerden (radıyallahü anh) bildirir: Hazret-i Ömere yolculukta namazın kasr edilmesi, ya'nî dört rek'atlı farzları iki rek'ât olarak kılmaktan soruldu ve: «Biz, azîz kitabda korku namazını buluyoruz, fakat seferî namazı bulamıyoruz» denildi. Sorana: «Ey kardeşimin oğlu [yeğenim], Allahü teâlâ bize Muhammed aleyhisselâmı gönderdi. Biz bir şey bilmeyiz. Ancak biz, Resûlullahın (sallallahü aleyhi ve sellem) yaptığını gördüğümüz şeyi yaparız. O, seferde, 4 rekatlı farzları iki kılardı. Onu teşrî' eden Resûlullahdır (sallallahü aleyhi ve sellem)» buyurdu. Bu sözü iyi düşün. Çünkü çok güzeldir.
İmam-ı Süyuti diyor ki:
"Şunu bilesiniz ki, usül ilminde maruf olan şartları taşıyan -kavlî olsun fiilî olsun- hadisler hüccetdir. Resulullahın (sallallahü aleyhi ve sellem) bu hadislerini inkar eden kimse küfre girer ve İslam dairesinden çıkar, yahudilerle, hıristiyanlarla veya Allahü teâlânın murad ettiği diğer kâfir fırkalarla beraber haşrolunur." (Miftahu'l-cenne, s.18)

20 Şubat 2011 Pazar

hafıza ve unutkanlık

Hiç düşündünüz mü  acaba insan  tam bir şeyi  söyleyeceken    söyleyeceği şeyi unutur ?  yada neden  unutur  ?  yada  nede hatırlar?  eğer hatırlayacaktıysa  neden  uzun sürdü  yada  neden hatırlayamadı  yoksa  beyin bir bilgisayarmı ?  istenildiğinde  ulaşılamıyorsa  enğelleyen ney sonra  ulaşılıyorsa   neden sonra .Yada  neden  uyuruz  ve bunu kontrol edemeyiz  eğer konturol bizdeyse  neden  göz kapaklarımızı  enğelleyemeyiz, ve eğer büyümek besllenmek ile ilgili bir durumsa  neden  beli bir yaştan  sonra  büyemiz  neden durarar  , o zaman  beslenmek   büyümek  için   bir etken değil ,   ya da neden?  yaşlanmak denenen  ve ölümle  sonlanan bir makinenin içinde  insan kendini   hür   zannneder  yoksa   aslında  aslını mı unutmuş? Şüphesiz   insanın   üzerinde   ALLLAHA  'c.c' şahitlik edenen nice   uyarıcılar vardır  ama  insan  nefis  ve hevası    ve cazibedar levhalar   ona   önce  'O'nu sonra  kendi  gerçeğini   unuturur   gerçeği  bulma  noktasında buluşmak duasıyla 

kainatın sayfası

18 Şubat 2011 Cuma

BESMELE İLE,,,,,,,,

Bismillahirrahmanirrahim

1- "Bismillah ile basladim; ruhum, O'nun sayesinde o besmele içinde sakli olan çok sirlari kesfetti."
[ Üstad Bediüzzaman Risale-i Nur'a Bismillah risalesiyle baslamistir. Ve o sayede besmelenin ve tevhidin sirlari olan Risaleler, özellikle 14. Lem'a'nin Besmele sirlari anlasilmistir. ]

2- "Ikincisinde O'nun yarattiklarinin en hayirlisi olan Hz. Muhammed'e salavat getirdim. O Muhammed ki ( dünyadan ) bütün dalalet ve yanlisliklari gidermistir."
[ 2. Söz Hz. Muhammed'in en temel vazifesi olan hakiki iman sayesinde, bütün yanlis anlayislarin ve kötülüklerin izale edildigini göstermistir. ]

3- "Ey Ilâhim, Senin ismine dayanarak dua ettim. Hep açik olan ve gittikçe parlayan Ehad ve Bedi' isimlerinle Sana yalvariyorum."
[ Risale-i Nur'un 3. parçasi olan ibadet ve dua ile alakali 3. Söz bu davanin bir delilidir. Evet Allah ehadiyet tecellisiyle dua edenlerle muhatap oluyor, ve Bedi' ismiyle harika bir sekilde onlarin dualarini kabul ediyor. ]

4- "Kadîr ve sani yüce olan isminle Senden istedim. Ey güçlü ( kadîr ) Allah'im, Sen islerimi kolaylastir."
[Dördüncü sözde, Risale-i Nur, Ism-i A'zam'in önemli bir sirrini kesfetmistir; ibadet, dua ve namazin ahiret ile iliskisini ispat etmistir. Ebedî ahiret yolculugunun ve o yolculuk içindeki islerin nasil kolaylasacagini göstermistir. ]

5- "Ey Hayy ve Kayyûm olan Allah'im, daima, umut ederek Sana yalvariyorum. Ehad ve Bedi' isimlerini sefaatçi yaparak yüksek sesle bagirip Sana yalvariyorum."
[ Takva ve ibadet ile alakali olan 5. Sözün de 3. Söz gibi, bu sirri kesfettigi görünüyor. Evet Hayy, Kayyûm, Bedi', Ehad isimlerinin imtihan ve egitim meydani olan su dünya hayatiyla ne kadar çok alakadar oldugu idrak edilebilir.]

6- "Denizin ortasina vurulan kiliç gibi olan isimlerinle ey yaratanlarin en hayirlisi olan Allah'im; hadiseleri yönlendiren, savas ve barisi saglayan isimlerinle Sana yalvariyorum ki, bu fitne atesi söndürülsün!"
[ Böyle bir dua, Risale-i Nur'un basina gelen fitne ateslerini hatirlatiyor. Çünkü Risale-i Nur'un davasi mal ve cani satip, Allah ugruna hizmet etmektir. Bu da imtihan gerektiriyor, bu da nefis ve hevânin devrede olmasini gerektiriyor. Bu 6. beytin genis izahi için 6. Söz'e bakiniz ki, nefsin atesinden kurtulasiniz! ]

7- "Ey Ilâhim, her derde, her ise âninda müdahale eden ve süratli bir sekilde icabet eden Allah, Ehad ve Bedi' isimlerinle sana yalvariyorum."

8- "Ki kalbin hayatini canlandirasin, yani ondaki kirleri gideresin. Kayyûmiyetinle onu ayakta tutasin, o kayyûmiyet sirri onda hep var kalsin, ve daima parlasin."
[ 7. Söz dua, ibadet ve esmanin tilsimlari hakkindadir. 8. Söz de kalbin, bedbinlik gibi kirlerden arinmasini ve Allah'in ihyasiyla ebedî bir hayati hak etmesini anlatiyor. Demek bu iki söz bu iki fikrayi serh ediyorlar. Onun için fazla söze gerek yoktur. ]

9- "Bu Hayy ve Kayyûm nûrunun çok simseklerinden bir ziya üzerime parladi, yüzüme ( kalbime ) bir parilti geldi ve simsek çakti."
[Böyle bir nûrun ve ziyânin ve manevi parildamanin pratik bir numunesi için, manevi inkisaflarin bir tatbikati olan 9. Sözü bir kere okuyun, bu beytin manasini yasayin!]

10- "Ve kalbimin üzerine rahmet saganaklari döküldü. Kerîm olan, Mevlâ'miz Allah'in hikmetiyle... Ve bu sekilde, bu rahmet, hikmet, kerem hakikatleri konustular."
[ Rahmet-i Ilâhiye'nin bir eseri olan ve o rahmet, hikmet, kerem kapisindan hasri isbat eden 10. Söz, o kadar güçlü bir sekilde bu 10. beytin tefsiri oluyor ki; baska izaha gerek kalmiyor.
"Rabbinin Rahmet eserlerine bak; nasil yeryüzünü ölümünden sonra diriltiyor. Iste bunu yapan ölüleri de diriltendir, O her seye gücü yetendir." ]

11- "Bundan sonra her yönden Nurlar beni kusatti. Ve büyük olan sahibimiz Allah'in hasmeti, bizi yüceltti."

12- "Allah'im Seni tenzih ederim, Sen yaratanlarin en hayirlisisin. Ve çok mükemmel bir sekilde çok çok yaratansin ve biat ( andlasma ) yapanlarin en iyisisin!"
[ Bu Küçük Sözlerin altyapi hazirligindan sonra, Risale-i Nur'un inkisafi ve telifi açildikça açildi, çok nurlar özellikle 12. Sözün Esasâti gibi gerçekler Üstad'i kusatti. Üstad büyük bir sekilde yüceldi, motive oldu, o dönemdeki yikintilarin anlamsiz olmadigini anladi. Ve büyük yeni bir olusumun esiginde oldugunu anladi. Ve ilk hizmet andlasmasini Allah ile yapti... Allah'in çok özel tecellileriyle, bu hizmetin Sahs-i Manevisini yaratmasini diledi. Ve basarmak için bundan sonra gelen beyitlerle dua etmeye basladi.
Nitekim, bundan sonra üslup degisiyor. Buraya kadar, geçmis zaman kipi ile dua iken bundan sonra gelecek zaman kipi kullaniliyor... Bu sirri bilmeyen mütercimler, bu geçen 12 beyti de genis ve gelecek zaman kipi ile ifade etmislerdir. ]

13- "Allah'im, beni maksadima ulastir, bütün ihtiyaçlarimi gider. Heca harfleri seklinde toplanan Hurûf-u Mukattaa hakki için..."

14- "Muskama emanet olarak birakilan harflerin sirri hürmetine; Isimlerinin nûrunun parlakligi hürmetine; yüce olan Ruhlarin hürmetine;"

15- "Bana nurlardan parlak bir feyiz akit; üzerime gelsin, Nûr isminle kalbimin ölülügünü dirilt!"

16- "Ey Allah'im, bana bir heybet ve celâl giydir. Düsmanlarin ellerini ilim sayesinde benden uzaklastir."
[ 16. Mektup, bu beytin gerçeklesmis bir delilidir. ]

17- "Allah'im, benimle her nevi düsman ve kiskançlik arasina perde koy, yüce olan ve barisi saglayan Kadîr ve Azîz isimlerinin hürmetine!"

18- "Tecelli etmekte olan Celâl ve büyüklügünün nûruyla; Merhamet ve Sefkatinle; çok çok bereketli olan Kuddüs isminle, Sen bu karanliklari aydinliga çevir."

19- "Ey bu milletin Rabbi olan Allah'im, Sen Nûr ile ihtiyacimi yerine getir. Öyle bir Nûr ki, tecellisi seri olur. Ve hemen is biter."
[ 12 saatte yazilan 19. Mektup bu duanin bir kabul edilisidir. ]

20- "Her bir peygamberini bir Ism-i A'zam'a mazhar edip onlari mucizelerle muvaffak ettigin gibi, Sen Kâfi isminle islerimi kolaylastir."
( Mucize degil de Sen bana yetersin! )

21- "Ey yüce büyüklük Sahibi, Sen sadece bana ( ilmî ) bir keramet ver; ilim esrari bana açilsin çünkü Sen bütün akillarin ve zekâlarin sahibisin. Onlar ancak Seninle açiliyorlar."
[ Burada " Halîm " kelimesi sefkatli manasindan ziyade akli, zekâyi hikmet dairesinde kullanan ve taskinliklara yol vermeyen zat demektir. Ki Araplar böyle kisilere akilli ( hikmetli ) manasinda " Halîm " derler.
Bu hakikat Sabûr isminin bir nevî tecellisidir. Ki, sabirla ilgili 21. Söze bakabilirsiniz. ]

22- "Beni her türlü korku ve siddetten kurtar; esprisi, kesin olan, hikmetli bilimsel ve kusatici bir söz ile..."
[ Üstadi dinsizlerden kurtaran 22. Söze ve onu düsmanlarindan kurtaran 22. Lem'a'ya bakiniz! ]
23- "Ey Celâl Sahibi Allah'im, beni " kün " kef' i ile koru, ey heybetten ve basarisizliktan dolayi kirilan kirik kalbleri tamir eden ve onlari canlandiran Allah'im!"
[ Eski Said hayati Üstad için bir hayal kirikligi idi. Fakat bir gecede " Ol " emriyle Yeni Said oldu, kirik kalbi tamir edildi. Ve yeniden canlandi. Yahya oldu. 38 sene dine yeniden hizmet etti. Bakiniz 23. Söz. ]

24- "Bana ( ilimden ) bir deniz ver, ve o denizin karasinin en hayirli kismini bana nasip et; çünkü Sen benim siginagimsin, ve bütün sikintilar, ancak Seninle gider..."

25- "Ve üzerime rizki rahmet seli gibi yagdir. Çünkü insanlar azsa da Sen onlarin umudusun."

26- "Sen düsmanlarimizi sagir, dilsiz ve kör et; ( bizim ne yaptigimizi bilmesinler... ) Ey güçlü Allah'im, Sen Celâl ve büyüklügünle Onlari kekeme eyle!" ( Millete yanlisi anlatmasinlar! )

27- "Alîm ve Ganî isimlerinle beraber Kudretinin dairesinde, Ism-i A'zam'inla yanlis yapmaktan korundum."
[ Evet zaman ve zemine göre olan, Üstad'in içtihadlari dogru çikmistir. Eger onlardan yanlis çikarimlar yapilmazsa…]

28- "Bütün insanlarin kalblerini üzerime cevir. Ve Selâm isminin hürmetine bana onlardan bir kabul duygusu nasip et!"
[ Salât ve selâmin sirlari için 28. Lem'a'ya ve 28. Mektubun bir kismina bakabilirsiniz! ]

29- "Ya Ilâhî islerimi kolaylastir, ve bize izzet ve yücelik ver. Alî ve A'lâ isimlerinin hürmetine!..."

30- "Ve üstümüze örtünü sarkitiver; kalblerimize sifa ver; Sen, korkulardan dolayi hastalanan kalblere sifanin ta kendisisin!"

31- "Ey Allah'im, bütün çalismalarimizi bize bereketli kil, ve her seyi kolaylastiran "Hû" isminle bütün zorluk dügümlerini çöz!"

32- "Ey Ilâhî, Allah, Hû, Hàyra'l-Hàlikîn isimlerinle; ve bütün riziklarin, güzelliklerin onun cömertlik hazinesinden gelisip gelen Cevad isminle Sana yalvariyorum."

33- "Senin gücünle, her yönden gelen bütün düsmanlari reddediyoruz, geri gönderiyoruz! Ve Sen Ism-i A'zam'inla, uzaktan onlara vurup, onlari dagitiyorsun!"

34- "Ya Rabbi, ya Ze'l-Celâl Allah'im, çöl kelerinin gelip kendisine sikayette bulundugu, Hz. Muhammed hürmetine Sen o düsmanlarimizi rahmetinden mahrum et!" ( Onlari basarisiz kil! )

35- "Ya Ilâhî, umudum Sensin, efendim Sensin; eger bana tam isabet edecek bir ok atmak istemislerse, Sen onlarin okunu yamult!" ( Onlara dönsün! )

36- "Ya Rabbi, kesin olan iraden ile bütün zarar verenlerin tuzaklarini ve içlerinde sakladiklari kinlerini benden çevir."

37- "Ey kendilerinden dilekte bulunulanlarin en hayirlisi, ve ihsan edenlerin en hayirlisi; ey umut edilenlerin en hayirlisi, Sen gelmis geçmis bu ümmete rahmet eyle!" ( Onlari basarili kil! )

38- "Ismi Nûr ve güzellik olan yildizimi parlat; günler ve çaglar boyunca, ey sürekli parlayan Nûr olan Allah'im!"

39- "Senin Allah, Ehad, ......, Celâl, Celîl, Bedi', ........., isimlerin hep parlamaktadirlar."

40- "Bütün dualara kesin cevap veren isimlerini sayarak.........."
"O isimlerinin ortaya çikip parlamasiyla çevrenin bereketiyle....."

41- "Nûr lambasi, tutusturuluyor, gizlice açiklaniyor. Lambalarin lambasi tutusturuluyor, gizlice aydinlaniyor."
[ Bakiniz 28. Lem'a, Yeni Asya Yayinlari ]

42- "Celâl ve Hàlik isimlerinin nûruyla; ve kibriyanla; çok bereketli olan Kuddüs ismiyle; bu fitne atesi söndürüldü."

43- "Allah, Hû, Samed, Cebbar, Kahhar isimleriyle ve savas deniziyle yükselen düsmanlik atesi söndürülecektir."

44- "Allah, Hak, ......, Cemîl, Vedûd ve Mucîb, .......... isimlerinin hürmetine......."

45- "Mürîd, Cemîl, Zâhir isminle taksim edilen; yüce ve yüceltilen ayetlerin ( ve tefsirlerinin ) sani hürmetine......."

46- ".........."
47- ".........."
48- "..........." (1)
[ Bu üç beytin genis izahi için Üstad Bediüzzaman bastan sona kadar, 8. Sua' Risalesini telif etmistir. Burada nasil bir Mucize-i Aleviye oldugunu göstermistir.
Bu isimlerin meali hiç kimse tarafindan tam bilinmis degildir. Fakat tertip, telmih ve kelime isaretleriyle Risale-i Nur'a baktigi kesin bir hakikat gibidir. ]

49- "Selâm isminle duami kabul et, ve benimle beraber ol; düsmanlara karsi bana Sen kâfi gel; çünkü onlar çok azdilar."

50- "Ey yüceler yücesi, Sen gerçekten yücesin; Sen gerçek Haksin, diger isler sadece araya giren bir rüzgar esintisi gibidir."

51- "Senin dergahina gelen ve iltica eden bütün havl ( kasdî güç ) ve siddetli saldiri, ancak Seninledir ve Senin bu kuvvetinle ancak zulmet dagilir."

52- "Tâhâ, Yâsîn ve Tâsîn ile bizim için ol, mutlulugumuz için Tâ Sîn Mîm ile bize dön!"

53- "Kâf Hâ Yâ Ayn ve Sadlariyla; bizi kusatan her kötü gözden korunuruz!"

54- "Hâ Mîm, Ayn sonra Sîn ve Kaflariyla; Selâm isminle her nevi kötülükten korunuruz!"

55- "Kaf ve Nûn ve onlardan sonraki Hâ Mîm ile yine korunuruz, Ve Duhan suresinde saglam bir sir vardir."

56- "Elif Lam ile ve Nîsâ sûresiyle, ve Mâide ukùduyla; En'âm ve Nûr surelerinde bir nur parlamistir."

57- "Elif Lâm sonra peslerindeki "Ra" sirriyla; Nûr isminle bütün ( süflî ) ruhanilerin üstüne çiktim."

58- "Elif Lam sonra Mîm ve Ra'si ile Ruhlarin mecmaina yükseldim. Fakat gerçek Ruh çok yücedir."

59- "Kitabin ( Kur'an'in ) bütün Hâ Mîm' lerinin sirriyla üzerime Nûr isminin fazli aksin, ey bölümlere ayrilmis Nûr!"

60- "Amme, Abese, Nâziat ve Târik sûrelerinle Ve's-semâ-i Zâti'l-Burûc ve Zilzal sûrelerinde....."

61- "Tebâreke, sonra Nûn sonra Seele Sâil sûreleri hürmetine. Hümeze, Ve's-semsi Küvvirat surelerinde........."

62- "Ve'z-zâriyât-i zerven, Ve'n-necmi izâ hevâ, Veikterabet sûreleriyle bana isler yakinlastirildi."
[ Buralarda konu ve sira ile 30. Söz'e, 32. Söz'e, 29. Söz'e vesaire Risalelere isaret vardir. 8. Sua'ya bakiniz! ]

63- "Bütün Kur'an sûrelerinin içinde hizip ve ayet olarak, okuyanin okudugu ve manen nâzil oldugu kadar sirlar vardir."
[ 8. Sua'ya bakiniz ]

64- "Iste ey Allah'im, Senin fazlinla bu sekilde yazdirdigin üstün kitaplar hürmetine Sana yalvariyorum."

65- ( Mealen ) "Rahman ve Rahim isminin tecellisiyle yeni ve harika olarak Esmâ-i Hüsnâ'na dayanilarak yazilmislar, ve Hakîm ismiyle taksim edilmisler."

66- "........... Senin Esmâ-i Hüsnâ'n sirriyla fetih ve nasri ( ilâhî yardimi ) süratli netice verirler."

67- "Kibriya ve Hâkimiyetinin nuruyla ey efendim; ve Âyetü'l-Kübra ile beni ani felaketlerden emin kil!"

68- "Ey Ilâhim, zuhûr ve kemalâtinin hakki için ve bu sekilde odaklanan Esmâ-i Hüsnâ'n ile beni daginikliktan kurtar..."

70- "Bunlar Nûr harfleridir. Yüce ve yüksektirler. Asâ-yi Mûsa ismiyle de karanlik dagildi."

71- "Ya Rabbi onun sirriyla Sana yalvariyorum. Gayet zillet içindeki birinin yalvarisiyla… Ki; onunla insanlar hidayet buluyor…"

72- "Bu manadaki bütün kelimelerin san ve serefi, üstünlügü vardir. Günler ve çaglar devam ettikçe; ya Rabbi Sen sefkat et!"

73- "Ya Rabbi, gerçekten ben Seni çagirdim; bütün ayetlerle ve ayetlerin içindekileriyle Sana yalvardim!"

74- "Iste bütün bunlar nur kelimeleridir, onlarin özelliklerini topla. Ve manalarini tahkik et; bütün hayir onlarla tamamlanir…"

75- "Iste ya Rabbi, bana musahhar bir yardimciyi daima hazir et: Allah'in ifriti; onunla bütün sikintilarim gider…"

76- "O ifrit içinde bana itaat eden bir hizmetkari musahhar kil; Fatiha ve pesinde gelen Kur'an hurufâti hürmetine…"

77- "Iste ya Rabbi, Senin o Ism-i A'zam'inla Sana yalvariyorum ki; onunla dua edildigi zaman bütün isler kolaylasir."

78- "Ya Ilâhî, Sen zayifligima aci, zellelerimi bagisla; o dua sayesinde ki, bütün peygamberler onlarla dua etmis ve yalvarmistir…"

79- "Ey Hàlikim, ey Efendim, ihtiyacimi kaza et. Ya Rabbi bütün islerim Sana teslimdir…"

80- "Ya Rabbi, Hz. Muhammed'in sana olan yakinligiyla ( velayetiyle ) sana yalvariyorum; ve Onda birlesen Esmâ-i Hüsnâ'n ile Sana yalvariyorum."

81- "Sen cömertliginle, af ve safhinla tevbelerimizi kabul etmekle miskin olan kuluna muamele et; beni kötü bakislardan koru!"

82- "Beni hayra, dogruluga ve takvaya muvaffak eyle; ve yüksek cemaat ile Firdevs Cennetine yerlestir."

83- "Hayatimda ve öldükten sonra, ve kabrin karanliklarini üstümden atip, nuru görünce bana sefkatle muamele et."

84- "Ve hasirde ya Ilâhî amel defterimi beyaz kil; eger tartilarim hafif gelirse Sen onlari agirlastir."

85- "Beni hizla Sirat sinirindan geçir. Beni atesin ( Cehennemin ) ve içindekilerin sicakligindan koru!"

86- "Ve isledigim bütün günahlarda bana müsamaha göster. Çok çok kabarik olsa da benim bütün günahlarimi affet…"
(……………………………………………………………………………………..)

87- "Iste ey sani yüce Ism-i A'zam'i tasiyan! Sen tehlikeli bütün durumlardan kurtulacaksin, sonunda selamete ereceksin."

88- "Dövüs, çekinme; savas, korkma; vahsilerle mamur olmus bütün her yere bas!"

89- "Karsila, kaçma; diledigin her düsmanla mücadele et; her yeri kusatmis olsalar da krallarin siddetinden korkma!"

90- "Korkacagin bir yilan olmayacak; görecegin bir akrep olmayacak; ve sallanarak sana gelen bir arslan olmayacak!"

91- "Kiliçtan korkma, hançerin darbesinden korkma, mizraklardan korkma, ve oklarin serrinden de korkma!"

92- "Iste bunu okuyanin mükâfâti Zât-i Ahmediye'nin sefaatidir. Ve cennetlerde saf olmus hurilerle beraber hasrolacaktir."

93- "Ve bil ki, Hz. Muhammed Mustafa peygamberlerin en hayirlisidir. Ve Allah'in daginik ( çesit çesit ) yaratiklarinin en üstünüdür."

94- "Her ihtiyacin aninda O'nun ( A.S.M ) makamini kendine sefaatçi yap; Ondan iste ki zulümden ve azginlardan kurtulasin…"

95- "Ya Rabbi, her gün ve her saat, her nesne hareket ettikçe, Sen, seçkin olan Hz. Muhammed Mustafa'ya salât ve rahmet indir."

96- "Sen o Seçkine ve bütün ailesine salât indir; yer bitkileri ve rüzgarin esintileri kadar."

97- "Yeri ve gögü dolduran bir salât ile Ona salavât indir. Parlayan gök gürlemeleriyle beraber, yagan bulutlarin yagmuru kadar…"

98- "Ey Muhammed ( A.S.M ), bizzat Allah ve meleklerinin sana salât ve selam etmesi Sana yeter."

99- "Sen de daima, yalvararak O'na selam ve baris elini uzat. Günes dogup günler ve çaglar geçtikçe…"

100- "Hasim ailesinden temiz olanlara da selam et. Hacilarin hac edip verdikleri selam sayisinca…"

101- "Ya Ilâhî Ömer ile beraber Ebu Bekir'den razi ol; sâbit-kadem olan Haydar ile beraber Osman'dan da razi ol:"

102- "Ve böylece bütün Âl ve Ashaptan da razi ol, Evliya, Salihler ve içlerinde barinanlardan da razi ol…"

103- "Bu Hz. Muhammed'in amcasinin oglu olan Ali'nin makalesidir. Yaratiklarla ilgili bütün bilgi sirlari ve gizli bilgiler onda toplanmistir."